Anneliğin Dünyanın En Zor Mesleği Olduğu Bu Kadar İyi Anlatılır

Değerli takipçiler,

Bu yazımda sizlerle bir video paylaşmak istiyorum.

Görev yapmakta olduğum okulda öğrencilere ders kapsamında  örnek olsun diye “iş görüşmesi” konulu videoları araştırırken aşağıdaki videoyu gördüm.

Bir iş görüşmesi yapılıyordu bu videoda.

Önce insanlara sahte bir iş ilanı hazırlanmış ve internet ortamında bu ilan yayınlanmıştı.

Sonra web üzerinden görüntülü olarak insanlarla mülakat yapılıyordu.

Mülakat esnasında yapılan iş tanımı aslında her annenin bir çocuk büyütürken harcadığı emeği ve özveriyi anlatıyordu.

Ve insanlara annelik şeklinde özetlenebilecek bu iş pozisyonunda çalışıp çalışmayacakları soruluyordu.

İş başvurusu yapan adayların yanıtlarını videoda bulacaksınız.

Videoyu öğrencilerimle de paylaştım.

Annelerinden uzak olduklarını düşündüğüm öğrencilerin bazılarının gözlerinin ağlamaklı olduğunu dahi gördüm.

Demek ki video vermek istediği duyguyu iyi bir şekilde yansıtıyor.

Hazırlayanların ellerine sağlık.

Çok güzel bir çalışma olmuş.

Beğenilerinize sunuyorum.

İyi seyirler.

Eğitim Sistemi Üzerine Çarpıcı Eleştirel Bir Yaklaşım

Değerli takipçiler,

Bu yazıda sizlerle TED konuşmaları kapsamında eğitimle ilgili gerçekleştirilmiş bir sunumu paylaşmak istiyorum.

Konunun teması ” Okulların çocukların yaratıcılığını öldürdüğü” üzerine kurulu.

Eğitim konusunda çok çarpıcı bir eleştiri getiriyor.

Bence dikkatle izlenip eğitim işi ile ilgilenen herkesin üzerine düşünmesi gereken bir konuşma.

Konuşmacı Sir Ken ROBINSON.

Kendisi bir profesör.

Kendisinin konuşmasında da kullandığı vurucu bir cümleyi burada paylaşmak istiyorum:

” Eğer hata yapmaya hazırlıklı değilseniz, orjinal bir şey gerçekleştiremezsiniz”.

Yine kendi web sitesinde gördüğüm bir sözü de paylaşmak istiyorum:

“Hayal gücü insanın bütün başarılarının altında yatan temel kaynaktır”.

Kendisinin web sitesine buradan ulaşılabilir :  http://sirkenrobinson.com/

Konuşmasını izledikten sonra benim zihnimde sorular oluştu.

Eğitim, ilim gerçekten insanlığın geleceği açısından çok önemli.

Ve asıl sorun eğitim sisteminin nasıl daha iyi hale getirilebileceği.

Eğitim sistemimizin çocuklarımızın içindeki potansiyelin ortaya çıkarılmasına nasıl yardım edebileceği konusuna daha fazla odaklanmalıyız sanırım.

Üzerinde çalışılması hem keyifli hem de çok faydalı bir konu eğitimin içeriği, başarısı faydası.

İstifadenize sunuyorum efendim…

 

 

Kadın ve Erkeğin Sosyal ve İletişimsel Farklılıkları Üzerine Etkili Bir Seminer Videosu

Değerli takipçiler,

Bugün burada sizlerle bir seminer videosu paylaşmak istiyorum.

Seminerin asıl başlığı “Kadın ve Erkek Arkeolojisi” adını taşıyor.

Semineri veren benim de mensubu olduğum Düzce Üniversitesi’nde profesör olarak görev yapmakta olan İdris Şahin hocamız.

İletişim derslerinde küçük başlıklar halinde kadın ve erkeğin iletişimsel farklılıklarına ben de değiniyordum.

Bu konu hakkında detaylı bilgi almak isteyenleri bazı  kitaplara yönlendiriyordum.

Artık bu konuda hızlıca bilgi isteyenlere aşağıda sizlerin de istifadesine sunduğum videoyu da paylaşacağım.

İdris hocamızın enerjik sunumu ile birlikte kadın ve erkeğin psikolojik, sosyal ve iletişimsel farklılıkları üzerine keyifli bir video.

Hocamızın eline, zihnine, diline sağlık.

İlgilenenler için keyifli seyirler…

 

 

 

 

Kişilerarası İletişimde İkna İçin Temel Bir Kural: “ Gerekçe sunmak, ikna eder”

Bu yazımda kişilerarası iletişimde ikna süreci ile ilgili önemli bir kuralı uygulamalı bir örneği ile açıklamak istiyorum.

Kişilerarası iletişimde temel kurallardan biri şudur “ eyleme geçirmek istediğiniz kişiye eyleme geçirmek istediğiniz iş için sebep gösterin”.

Bu kuralı kitaplarda okumuştum.

Ancak uygulamalı bir örneği ile kendi ailemde karşılaşınca bu sözün doğruluğunu daha iyi anlamış oldum.

Hikaye ben ve oğlum arasında geçiyor.

Rabbimin bize lütfu olduğunu düşündüğüm 4 yaşına yeni girmiş bir oğlum var.

Kendisi  sanırım  daha çok erkek çocukların sahip olduğunu düşündüğüm bir özelliğe sahip “inatçılık”.

Oğlumun en sevdiği şeylerden biri sanırım bir yere giderken benim kucağımda seyahat etmek.

Hiç yalana gerek yok. Benim de evladımı kucağıma almak beni çok mutlu ediyor.

Ancak oğlum şu sıralar yaklaşık 14 kilo civarında ( maşaAllah) ve artık onu kucağımda taşımak biraz yorucu olmaya başladı.

Bununla ilgili kendimce bir karar aldım. Artık çok mecbur olmadıkça onu kucağıma almama kararı.

Ancak bunu ona anlatmak zor oldu.

Her dışarı çıktığımızda o kucağıma gelmek istiyor. Ben ise “hayır, kucak yok, yürümelisin” diyordum.

Ve sonuç oğlumun ağlamalarına dayanamayan benin, onu kucağıma alması ile son buluyordu.

Ancak bir gün gerçekten kolumun oğlumu taşımanın da verdiği sıkıntı ile ağrıdığını hissettim.

Oğlum yine dışarı çıktığımızda “baba kucak al” dedi.

Ben de plansız bir şekilde “ oğlum babanın kolu acıyor, seni kucağa alamaz, yürür müsün?” dedim.

Sonuç, memnun olmasa da ağlamadı ve yürüdü.

Sonra birkaç kez daha aynısı oldu, ben de istikrarlı bir şekilde kolumu da göstererek “oğlum, kolum acıyor o yüzden yürümelisin” dedim.

Artık oğlum daha az kucak demeye ve daha fazla yürümeye başladı.

Elbette arada mutlaka kucağa alıyorum.

Bu hem benim hem onun için bir terapi gibi .

Ancak uzun mesafeli yürümelerde kucağa gelmek yerine yürüyor. Zaten bu onun için de daha sağlıklı. Yürüme ve koçma hareketleri daha sağlıklı oluyor.

Şimdi bu kişisel tecrübeden çıkardığım ve kitaplarda okuduğumu birleştirdiğimde ortaya sonuç çıkıyor “ Bir kişiden bir davranış değişikliği göstermesini istiyorsanız, ona bunun nedenini söyleyin”.

Sadece davranış değiştir demekle olmuyor.

Yani bir çocuk senden bir oyuncak istediğinde “ onu alamam” demek yeterli değil. Bunun yerine “oğlum onu alamayız, çünkü cüzdanım yanımda değil veya pahalı” demek gibi.

Aynı şekilde birisine “ şu kağıyı kapat” diye emretmek yerine “ şu kapıyı kapatır mısın? Dışarından çok ses geliyor” demek daha doğru.

Bu söylediğim kural 3 yaşında çocuk için de 35 yaşında bir kişi içinde 70 yaşında bir amca için de geçerli.

Aynı bir siyasi partinin “bize oy ver” demesi ile “ bize oy ver ki istikrar sürsün” ya da “bize oy ver ki iktidar gitsin yerine biz gelelim” söylemlerinde olduğu gibi.

Hatta dini kitaplarda dahi Allah kullarına iyi insan olmaları gerektiğini anlatırken sadece “iyi insan olun” demez, “iyi insan olun, emirlerime uyun ki ben de sizden razı olayım ve sizi cennetime koyayım” der.

Elbette bu kadar basit bir bağ kurulmaz ancak ben burada kısaca anlaşılsın diye özetledim.

Netice, iletişimde bir eylemin gerçekleşmesini talep ederken karşı tarafa bir sebep / gerekçe / neden belirtmek eylemin gerçekleşme ihtimalini kesinlikle artırıyor.

Denemesi kolay.

Etrafınızdaki kişilere bir iş yaptırmak istediğinizde önce gereke belirtmeden “şunu yapar mısın?” deyin, sonrasında aynı kişiye bir başka zaman aynı eylemi “ şunu yapar mısın, çünkü şöyle oluyor” diye gerekçe belirterek sorun.

Aradaki farkı siz de göreceksiniz.

İletişim önemli azizim…

 

Pratik ve Teori Çatışması Üzerinden Grunig ve Hunt’ın Dört Halkla İlişkiler Modeli Üzerine Kısa Bir Bakış

Pratik ve Teori Çatışması Üzerinden Grunig ve Hunt’ın Dört Halkla İlişkiler Modeli

Bu yazımda halkla ilişkilerin çok temel konularından biri üzerine yazmak istedim. Konumuz bütün halkla ilişkilerle ilgili akademik kitaplarda görebileceğiniz “Halkla İlişkilerin  Dört Modeli” diye ifade edilen mefhumdur.

Benim bu konuyu yazma sebebim ise bazı okumalarımda, bu modelle ilgili anlatılar yapılırken hala şu çelişkinin yaşanması “ acaba hangi model daha iyi, en çok uygulanan model en iyi olanı mı?”.

Bu çelişki aynı zamanda başlığı da açıklıyor, çünkü bu soruların sorulması birçok disiplinin yaşadığı teori ve pratik çatışmasının bir sonucu diye düşünüyorum.

Yazımın sonucunda bu sorunun cevabını kendi görüş açımdan anlaşılır bir şekilde sunmayı ümid ediyorum.

Kısaca “Halkla İlişkilerin Dört Modeli”nin ne olduğuna temel seviyede değinmek faydalı olacaktır.

Bu dört model  genellikle modeli ortaya atan kişilerin isimleri ile birlikte “Grunig ve Hunt’ın Halkla İlişkiler Modeli” şeklinde de anılmaktadır.

Aslında modeller temel olarak halkla ilişkilerin ABD’deki gelişim süreçlerini ve çeşitli dönemlerde farklı biçimlerde yapılan halkla ilişkiler tarzlarını sistemli bir şekilde bir araya getirmektedir.

Bazı çevrelerce ABD’deki halkla ilişkiler tarzlarını açıkladığı iddiası olsa da genel kabul burada bahsedilen halkla ilişkiler tarzlarının dünyanın her yerinde var olabileceği bu yüzden de genel bir halkla ilişkiler teorisi çizme yönünde faydalı olduğudur.

Başlıklar halinde bu dört modeli vermek gerekirse :

  1. Basın Ajansı / Tanıtım Modeli
  2. Kamuyu Bilgilendirme Modeli
  3. İki Yönlü Asimetrik Model
  4. İki Yönlü Simetrik Model

Bu modellerin detay anlatımlarına halkla ilişkilerin temel bir konusu olduğu için burada girmiyorum. Merak eden okuyucular Google’a “Grunig ve Hunt Halkla İlişkiler Modeli” veya “Halkla İlişkilerin Dört Modeli” gibi anahtar kelimeler yazarlarsa rahatlıkla detaylı bilgi elde edeceklerdir.

Şimdi bu dört modele dikkatlice bakıldığında görülecektir ki, tarihsel olarak eskiden yeniye yani 1900’lerden günümüze doğru ilerleyen modeller aynı zamanda bize halkla ilişkilerin sürekli iyiye doğru giden bir anlayışa sahip olduğunu göstermektedir. Yani bu modeller arasında hangisi en iyidir denildiğinde cevap basittir. En iyi model “İki yönlü simetrik”  olarak karşılık bulan modeldir.

Elimizde bir skala olsa ve bir tarafında “propaganda” diğer  tarafında “halkla ilişkiler” dursa ve siz bu skala üzerinde bu modeli sıralamak isterseniz “basın ajansı”  modelini propaganda tarafına, “ iki yönlü simetrik” modeli de halkla ilişkiler tarafına koymalısınız.

Yani günümüzde bir firmada uygulanan halkla ilişkiler stratejileri basın ajansı modeline doğru kayıyorsa orada halkla ilişkiler görünümlü propagandaya yakın bir faaliyet yapılıyordur. Ama aynı firmada “iki yönlü simetrik” bir yaklaşım sergileniyorsa o kurumda halkla ilişkilerin en ideal haline yakın bir halkla ilişkiler faaliyeti uygulandığını düşünebiliriz.

Zaten bizlere bu halkla ilişkilerin dört farklı uygulama şeklinden yola çıkarak bir model sunan bu yaklaşımın mimarlarından James E Grunig yazmış olduğu “Halkla İlişkiler ve İletişim Yönetiminde Mükemmellik” adlı çalışmasında aslı hangi model daha iyi tartışmalarına son noktayı koymuş ve “iki yönlü simetrik” yaklaşımın en ideal halkla ilişkiler modeli olduğunu ve tüm kurum ve kuruluşların bu yaklaşımı sergilemesinin gerektiği ifade etmiştir.

Şimdi akla gelen bir diğer soruya bakalım. Madem “iki yönlü simetrik” yaklaşım daha iyi o zaman herhalde işletmelerin çoğu iki yönlü simetrik yaklaşımı tercih edecektir değil mi? Çünkü aklın yolu bir.

Eğer cevabınız “evet” ise yanıldınız. Maalesef yapılan araştırmalar göstermektedir ki ( Grunig’in mükemmellik ile ilgili kitabına araştırma detayları için bakılabilir) bu dört model arasında en az uygulandığı ifade edilen “iki yönlü simetrik” modeldir.

Peki niye durum böyle, yani işletmeler niçin iki yönlü simetrik yaklaşımı tercih etmiyorlar?

Buna ilişkin sebepleri kendi kanaatime göre bir iki madde halinde açıklamak isterim.

  1. İki yönlü simetrik model, diğer modellere göre uygulaması daha zor ve maliyetli bir modeldir. Çünkü simetrik olmak demek hedef kitlenin duygu ve düşüncelerini tespit etmek demektir.
  2. Hedef kitlenin duygu ve düşüncelerini tespit etmek için araştırma yaptırmak, araştırma sonuçlarını analiz etmek, analiz sonuçlarına göre önerilerinizi yönetime sunmak gerekir. Sunduğunuz önerilerin içinde hele de ek mali kaynaklar gerektiren talepleriniz varsa yönetimi bu parayı ayırmaya ikna etmek hayli zor olacaktır.
  3. İşletmelerin büyük çoğunluğunun yöneticileri dışarından bakıldığında insanların firmaları hakkında ne düşündüğünü önemsediklerinin düşünülmesini isterler ancak gerçekte bunu çok da fazla önemsemezler. Çünkü hedef kitleleri kendi istekleri dışında bir taleple gelme ihtimaline karşı, onların isteklerini hiç duymamak daha işlerine gelir.
  4. Halkla ilişkiler firmalarının veya işletmelerin halkla ilişkiler departmanlarının yaptığı eylemlerin propagandaya yakın olup olmadığını, mesaj içeriklerinin doğru olup olmadığını denetleyen, denetleme sonuçlarına göre etik davranmayan işletmelere veya halkla ilişkilere yönelik cezai uygulama verebilecek bir sistem veya yapılanma bulunmamaktadır. Dolayısıyla işletmeler iki yönlü simetrik yaklaşım yerine basın ajansı modelini benimseyip ona göre davrandıklarında sonucunda ceza almadıkları sürece daha zahmetli ve masraflı olanı değil daha kolay ve ucuz olanı seçme isteğinde olacaklardır.

Belki daha artırılabilir ama ilk aklıma gelenler bunlar.

Peki gelelim sonuca, e ne yapacağız şimdi? İşletmeler iki yönlü simetrik yaklaşımı tercih etmiyorlar diye biz her zaman çok işe yarayan ama bir o kadar ahlaksız bulduğum şu söyleme mi başvuracağız? “ Arkadaşlar iki yönlü simetrik halkla ilişkiler en ideal, uygun, halkla ilişkilerin özüne uygun modeldir ancak uygulamada çok fazla tercih edilmez, o yüzden siz boşverin en iyisi basın ajansı modelidir” mi diyeceğiz?

Açık söyleyeyim bu satırlarıları yazarken dahi tüylerim diken diken oldu.

Hayatta sevmediğim şeylerden biri de “ pratikte var olan yüzünden ideal olanın, doğru olanın feda edilmesi”. Her zaman bu tavra karşı oldum, olmaya da devam edeceğim.

O halde iki yönlü simetrik halkla ilişkiler modelinin daha fazla uygulanması için ne yapabiliriz.

Aklıma gelen birkaç öneriyi şöyle sıralayabilirim.

  1. Halkla ilişkiler eğitiminin verildiği yerlerde ( üniversiteler, kurslar, sertifika programları vb) halkla ilişkiler etiğine daha fazla zaman ayırabiliriz.
  2. İnsanları işletmelerden kendilerine yönelik “simetrik” yani bir tarafın diğerini ezdiği değil de eşit konumda olduğu bir hizmet anlayışını talep etmeleri noktasında motive edebiliriz.
  3. İki yönlü simetrik halkla ilişkiler yaklaşımı sergileyen kurum ve kuruluşları sertifikalarla, törenlerle ödüllendirebiliriz. Bu serfitikanın kazanılmasının önemi noktasında bir algı oluşturarak firmaları iki yönlü simetrik modele özendirebiliriz.
  4. İşletmelerin yöneticilerini kar maksimizasyonunun temel hedefleri olduğunu kabul etsek dahi kimi zaman dolaylı harcama gibi gözükecek maliyetlerin ( iki yönlü simetrik halkla ilişkiler faaliyetlerinin maliyetleri ) aslında kendilerine uzun vadede olumlu geri dönüşü olacağına inandırma noktasında çalışabiliriz.

Neticede diyebilirim ki halkla ilişkiler uygulamalarının iki yönlü simetrik yaklaşıma uygun olduğu ölçüde halkla ilişkiler mesleğinin itibarının iyi olacağını, iki yönlü simetrik yaklaşımdan uzaklaşan halkla ilişkiler uygulamalarının sayısı arttıkça, halkla ilişkiler mesleğinin itibarının kötüye gideceğini hep hatırda tutarak çalışmalıyız.

Uygulamada propagandaya yakın duran bir meslek dalının, aslında propaganda değil halkla ilişkiler olduğunu kimseye anlatamayız.

Çünkü ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz düsturu çok gerçekçidir.

İnsanlar bizim mesleğimizi, yaptığımız işlere göre değerlendirir, halkla ilişkilercilerin anlattığına göre değil.

Çok çalışmamız lazım çok…

 

“Reklamın İyisi Kötüsü Olmaz” Demeyelim, Olur…

Sürekli birilerinin özellikle de saçma sapan şeylerle meşhur olan kişilerin söylediği bir sözdür “reklamın iyisi kötüsü olmaz”.

Ben de acizane yıllardır diyorum yahu reklamın elbette iyisi kötüsü olur.
Bir reklam vardır, izleyince reklam hedeflerine hizmet ediyordur, hep beraber deriz ki bu reklam çok iyi hatta Kristal Elma Reklam ödülü alır bu reklam.

Bir başka reklam vardır, izlersin, bir daha izlersin sonra bir daha izlersin ve yanındaki arkadaşına da sorarsın : ” Ben bir şey anlamadım bu reklam ne anlatıyor?” diye.
İşte bu reklam da kötü reklamdır. Ne reklamı yapılan ürün ve hizmete ilişkin hedefine ulaştırır ne de hedef kitlenin anladığı bir mesaj barındırır elbette sonuçta bu reklam Kristal Elma Ödülü falan da almaz.

Bugün bir kaynakta gördüm bu sözün sahibi meğer bizim halkla ilişkiler tarihinde uygulamaları sebebi ile belki de halkla ilişkilerin en kötü uygulamacısı olarak kendisini andığımız P.T. Barnum’muş.

Öğrendiğim iyi oldu.

İşte bunu öğrendiğim satırlar:
“Reklamın iyisi kötüsü olmaz” deyimini ilk defa kullanan P.T. Barnum, medyanın dikkatini çekebilmek için, sirk yıldızlarını yalandan evlendirmekte, böylece bu gibi düzmece haberlerle medyanın gündeminde sirkine yer edinmektedir. Barnum ayrıca gazetecilere bedava bilet vererek, basının ilgisini çekmeyi garanti altına almaya çalışmıştır.”
(Nuray TOKGÖZ, Halkla İlişkiler Yönetimi, AOF Kitabı, Sayfa:59)

Dolayısı ile Barnum’u niçin halkla ilişkilerin en kötü uygulayıcılarından biri olarak göstermemizin sebebi alıntının içinde gizli. Barnum haber olabilmek adına yalan ve düzmece olaylar kurgulayıp basına servis etmekten çekinmezdi.
Onun tek gayesi bir şekilde basında sirkinin adının duyulması idi. Bunun için de yalan ve düzmece haber de yapılabilirdi.

Dolayısı ile “reklamın iyisi kötüsü olmaz” deyiminin sahibi, yalan ve düzmece haber yapmakta sakınca görmeyen bir yalancı ise, yalancının söylediği bir sözü kendimize referans almak da ayrı bir gariplik olurdu. Bu da işin felsefi boyutu.

Dolayısı ile reklamın da şöhretin de iyisi de kötüsü de olur.

Bir olay ve hadise ile herkesin tanıdığı bir adam olmak önemli değildir.

Önemli olan nasıl tanındığınızdır.

Tarih boyunca kimi insanlar topluma faydaları ile kimi insanlar ise topluma yönelik kanlı eylemleri ile tanınmışlardır.

Önemli olan nicelik değil niteliktir, netice itibari ile.

Elbette burada bir diğer tartışması yapılması gereken konu da “iyi” ve “kötü” ayrımının nasıl olduğu, nasıl yapılacağı üzerinedir.

Bu da çok derin bir konudur.

Felsefeciler dahi bildiğim kadarı ile bu konuda tam anlamıyla mutabık değildirler.

Yani evrensel bir iyi kavramı var mıdır?  Böyle bir iyi var mıdır? Bir şeyin iyi veya kötü olmasını belirleyen bir belirleyici var mıdır?

Eğer bu konuya girersek çok derin, içinde kayboluruz diye düşünüyorum.

Ancak reklam konusu ile sınırlandırırsak yani reklamın iyisi kötüsü hususunda nasıl belirleyiciler söyleyebiliriz dersek burada devreye kriterler girer.

Yani iyi reklamın veya kötü reklamın kriterleri nelerdir sorusu.

Ancak bu da ayrı bir yazı konusu belki fırsatım olursa bir diğer yazıda da onu yazarım.

Ancak burada benim açımdan çok temel ve basit bir kıstas ( ölçüt, kriter) var bunu paylaşmak isterim.

Ben bir reklamın iyi mi kötü mü olduğuna karar verirken “reklam amaçlarına hizmet edip etmemesine ve bu alandaki başarısına bakıyorum”.

Bilindiği üzere reklamın temelinde bir duyuru gayesi olmakla beraber reklam amaçları kendi içinde farklılaşabilir.

Bazı reklamlar vardır, yeni bir ürün veya hizmeti tanıtır, bazı reklamlar vardır kurumun genel itibarına veya liderine yönelik bir itibar artışı sağlamayı hedefler, bazı reklamlar vardır kurum hakkında çıkan asılsız bir haberin olumsuz tesirini gidermeye çalışır” gibi gibi artarak devam edebilir.

Dolayısı ile bir reklam diyelim ki A grubu müşteriler üzerinde ürünümüzün satışlarının % 10 artırılmasını hedeflemekte ve bu gayeyle oluşturulmuş olsun.

Reklamı yaptık, yayınladık. Reklamın üzerinden araştırma için makul bir süre geçtikten sonra ürünümüz satışlarında artış olmuş mu? Buna bakarım. Sonra bu artış A grubu müşterilerim üzerinde %5 düzeyine ulaşmış mı? Bunu araştırırım. Eğer hedefime ulaştı ise bu reklam bana göre iyi reklamdır.

Veya şirketimiz hakkında basında asparagas bir haber çıktı ve bu şirketimizin itibarını zedeliyor.

Bu konu ile ilgili ilk olarak bir araştırma yapar ve şirket itibarımın ne durumda olduğu ve bu haberlerin bu itibara etkisini ölçümlerim.

Sonrasında itibarımın olumluya doğru geçiş yapması için reklam filmimi hazırlarım, yayınlarım.

Üzerinden makul bir süre geçtikten sonra tekrar araştırma yaparım.

Eğer araştırma sonuçlarına göre reklam filmimden sonra kurumumun itibarında olumluya doğru gidiş varsa, reklam amacına hizmet etmiştir, yani iyi bir reklamdır. Ancak yapılan araştırmalarda eğer itibarımda olumluya doğru bir gidiş yoksa, o reklam bana göre kötü bir reklamdır.

Hemen şunu duyar gibiyim, bazılarımız şu soruyu soracaklar “ İyi de reklam tekniği açısından çok başarılı bir reklam, içerisinde yer alan oyuncular diyelim ki Türkiye’nin en iyi tiyatrocuları, grafik animasyon teknikleri açısından mükemmele yakın sayılabilri olsa da mı bu reklam kötü?” .

Elcevap üzücü ancak bana göre bahsettiğimiz reklam, benim irdelediğim kritere göre “kötü”. Özür dilerim. Bu bazılarınca emeğe saygısızlık, bazılarınca mükemmeliyetçilik olarak değerlendirilebilir.

Ancak ben ikisi de olduğunu düşünmüyorum.

Benim tek söylediğim reklam amacımın ölçülebilir bir boyutu varsa ben bunu ölçmekten ve sonuca ulaşan bir işin başarılı sonuca ulaşamayan bir işin ise başarısız olduğunu düşünüyorum.

Yani reklamın iyilik ve kötülüğü hususunda sonuçlara bakarak bri değerlendirme yapılabileceğini savunuyorum.

Elbette sonuçları ölçmenin de çok zahmetli ve maliyetli bir iş olduğunu da biliyorum.

O yüzden birçok şirket yöneticisi reklam etkililiğini ölçtürmekten korkuyor. Bunun altında yatan sebep ise onca para döktüğü işin sonunda karşılığını alamadığını görmenin insanda oluşturduğu dayanılmaz acıdan kaçınma hissi.

Şimdi tüm bu yazdıklarımın sonunda biraz tebessüm etmek için Show TV’de yayınlanan Güldür Güldür Show adlı tv komedi yapımının “Reklam Nasıl Yaratılır?” konulu skecini paylaşmanın faydalı olduğunu düşünüyorum.

SURUÇ’TAKİ MENFUR SALDIRIYI BASININ HABER YAPIŞ ŞEKLİ ÜZERİNE ELEŞTİREL BAKIŞ

Öncelikle 20 Temmuz 2015 tarihinde Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde gerçekleşen menfur saldırıdan ötürü üzüntülerimi belirtirken bu saldırıyı planlayan ve gerçekleştirenlerin en ağır şekilde cezalandırılmasını talep ediyorum.

Elbette haberi öğrenince ilk yaptığım iş internete girip haber hakkında bilgi almaktı.

Ancak baktığım birkaç haber sitesi beni daha önce web sitemde yazdığım bir yazıya ( Basınımızın Terör Olayları İle İmtihanı ) beni  yönlendirmişti.

Basınımızın terör olaylarını verirken etik davranıp davranmadığı sorusu aklıma geldi.

Açıkçası ben terör olayları haber yapılırken kullanılan dil ve haber yapış şeklinde ciddi hatalar yapıldığını düşünüyordum.

Aklıma hızlıca bir araştırma yapmak geldi.

Ulusal basında yer alan bazı gazete ve haber siteleri acaba Suruç saldırısını nasıl vereceklerdi.

Acaba basınımız etik davranıyor ve provakatif başlıklar atmıyor olup ben konuyu abartıyor olabilir miydim?

Araştırmamı çok kısaca şu şekilde yaptım.

Belirlemiş olduğum gazetelerin internet sitelerine bakarak, ana sayfalarında suruç saldırısını hangi sözcüklerle ifade ettiğini inceledim.

Şimdi aşağıda sonuçları sizinle paylaşıyorum.

Ana başlık olarak gazetenin adını yazacağım.

Alt tarafına da  Suruç saldırısı ile ilgili haberi hangi başlıkla duyurduğunu yazacağım.

Sonrasında kararı sizin objektif yargılarınıza bırakıyorum.

MYNET İnternet Sitesi:

“İşte Patlama Anı”

“Onlarca Kişi Böyle Hayatını Kaybetti”

“Suruç Kan Gölü”

“Patlamadan Korkunç Görüntüler”

“Canlı kalmadı”

“Cesetlerin Altında Kaldık”

HABER7.COM İnternet Sitesi:

“İşte Suruç’taki Patlama Anı”

“Suruç’ta Büyük Patlama: Ölü Ve Yaralılar Var”

“Olay Yerinden İlk Görüntüler: Kültür Merkezi Ceset Dolu”

HÜRRİYET GAZETESİ İnternet Sitesi:

“28 ölü”

“18+ O an”

“Kahreden Çığlıklar”

TARAF GAZETESİ İnternet Sitesi

“Suruç’ta Patlama”

“SGDF’li Gençler Katledildi”

MİLLİYET GAZETESİ İnternet Sitesi:

“Korkunç Saldırı”

“Ölü Sayısı Artıyor, Tablo Ağırlaşıyor”

“İşte Korkunç Patlamanın Olduğu An”

SABAH GAZETESİ İnternet Sitesi:

“Saniye Saniye Görüntülendi”

“İşte Patlama Anı”

“Suruç Saldırısının Şiddetini Anlatan Sözler: Cesetlerin Altında Kaldım”

“İşte O Dehşet Anları”

“ Suruç’ta Kahreden Çığlıklar”

 CUMHURİYET Gazetesi İnternet Sitesi:

“İşte Suruç’taki Patlama Anı”

“Suruç’taki Dehşet Anları”

GÜNEŞ Gazetesi İnternet Sitesi

“Suruç’ta Canlı Bomba Dehşeti”

“Ölü Sayısı Devamlı Artıyor”

“Görgü Tanığı Dehşeti Anlattı”

POSTA Gazetesi İnternet Sitesi

“Cumhuriyet Tarihinin En Kanlı 3. Saldırısı”

“Suruç’taki Saldırı Saniye Saniye Kamerada”

“Suruç’ta Patlama: Dakikalar Önce Çekildi”

SÖZCÜ Gazetesi İnternet Sitesi

“28 Ölü, Onlarca Yaralı”

“Ölü Sayısının Artmasından Endişe Ediliyor”

“Tam Açıklama Yapılırken İşte Patlama Anı”

STAR Gazetesi İnternet Sitesi:

“Kameralar Saniye Saniye Kayıttaydı; İşte O Patlama Anı”

“İşte Patlama Bölgesindeki O Dehşet Anları”

“İşte korkunç Patlamadan Hemen Önce Çekilen Kare”

YENİŞAFAK Gazetesi İnternet Sitesi:

“Patlama Anı ve 10 Saniye Öncesi”

“28 Kişi Öldü, 100’e Yakın Yaralı”

“Hastane: Yanık ve Parça Tesirli izleri Var”

İşte ulusal basınımızın internet sitelerinde menfur bir terör saldırısını sunuş şekli.

Kararı siz verin.

Ben acizane fikrimi bir kez daha tarihe not düşmek adına paylaşmak istiyorum.

Terör örgütlerinin ve terörün temel amaçlarından biri yapmış oldukları kanlı eylemlerle toplumun içerisine korku ve endişe salmak, güvenlik endişesi doğurmak ve saldıkları bu korkunun gücüne dayanarak karşısındaki yapıları ( devlet, asker, sivil halk) sindirmeyi sağlamak.

Dolayısı ile basınımız yapmış oldukları bu yayınlarla, bu dehşet, korkunç ifadelerini yazmakla, bu görüntüleri yayınlamakla aslında bilmeyerek terörün ekmeğine yağ sürdüler.

Keşke bu olay hiç olmasa idi.

Maalesef bu konuda keşke demek yeterli olmuyor.

Ancak keşke basınımız da daha dikkatli olsa.

Haber yaparken bu gibi tahrik edici cümleler kurmak yerine hadiseyi lanetleyen ve üzüldüğümüzü ama bu gibi olayların toplumumuzun birlikteliğine zarar veremeyeceğini söyleselerdi.

Keşke ortak bir karar alarak hiçbir yerde bomba patlama anı ve kanlı görüntüleri yayınlamama kararı alsalardı.

Biz 11 Eylül hadiselerinde ABD basının gösterdiği hassasiyeti Türkiye’deki medya kuruluşlarında da görmek istiyoruz.

BASIN KURULUŞLARININ SAHİPLERİ LÜTFEN YAPTIĞINIZ HABERLERLE TERÖRÜN EKMEĞİNE YAĞ SÜRMEYİNİZ.

HABERLERİNİ DAHA DİKKATLİ YAPINIZ.

UNUTMAYINIZ SİZLER GAZETECİ OLMANIN ÖTESİNDE ÖNCE İNSANSINIZ…

Basınımızın Terör Olayları İle İmtihanı ve Yapması Gerekenler

Değerli okuyucular,

Aşağıdaki yazımı 21 Haziran 2012 tarihinde kalem almışım.

Maalesef bugün Şanlıurfa Suruç’ta gerçekleşen menfur terör eylemi sonrası yazıyı tekrar buraya koyma ihtiyacı hissettim.

Bu saldırıyı yapanları lanetlerken, basınımıza da bu tür olayları haber yaparken daha dikkat demek istiyorum.

Yaz ayları ile beraber basının ve Türkiye’nin gündemine bazı kirli eller tarafından konulan “ terör” olayları konusunu basının nasıl sunduğu ile ilgili, her haberleri izlediğimde aklıma aynı soru geliyor ?

Basın haberleri verirken “basın etiği” konusuna ne kadar dikkat ediliyor ?

Basın haberleri aktarırken, sunuş biçimleri itibari ile,  farkında olmadan acaba teröristlerin istediği amaca ulaşmalarına dolaylı olarak yardımcı olmuyor mu ?

Öncelikle terör konusunun sadece ülkemizin değil, aslında tüm dünyanın başının belası bir konu olduğunu belirtmekte fayda var. Ülkemizin de yaklaşık 30 yıldır kanayan yarası olan bu soruna siyasilerin, askeriyenin, sivil insiyatifin hep beraber tez amanda çözüm getirmesini temenni ediyorum.

Benim özellikle değinmek istediğim “terör” olaylarına basının yaklaşımı ve bu olayların kamuoyuna duyurulma şekli.

Ülkemiz basını (  herhangi bir kuruluşu veya grubu ayırt etmeden  söylüyorum)  bence terör olaylarını haber yapmada çok temel hatalar yapıyor.

İlk önce  şunu söyleyelim basının haber değeri açısından elbette terör saldırıları haber değeri taşımaktadır. Kamuoyunun yaşananlar konusunda medyadan bilgi alması en doğal hakkıdır. Dolayısıyla basının sorduğu “ ne yapalım, haber yapmayalım mı ?” sorusunun cevabı, kesinlikle bu olaylar haber yapılacaktır. Bunda tartışma yok.

Ancak sorun olayların “haber yapılması değil”, sorun olan “ olayların nasıl haber yapıldığıdır”.

Terör olaylarının temel amacı toplumda “korku” hissinin yayılması, “ güvende olmadıkları” hissinin yayılmasını sağlamaktır. Hangi davayı savunursa savunsun, terör olaylarının temelindeki unsur budur. Teröristlerin amacı, hükümetleri,  terör olayları sonucu istenilen korku düzeyine getirerek, istediklerini kabul ettirmeye sevk etmektir.

İşte bizim basınımız da  terörün bu isteğine, yaptığı haberlerle istemeden ( bunu isteyebileceklerini tahayyül edemiyorum ) alet olabilmektedir.

Şehit haberlerinin basındaki yansımalarına baktığımda, “ağlayan, ağıt yakan, gözyaşları döken” ailelerin görüntüleri ve fotoğrafları çok fazla sayıda tekrar ettirilerek, defaatle ekranlara yansıtılıyor.

Şehit olan gençlerimizin aileleri ile son telefon görüşmeleri, son yazdıkları mektupları, haberin arkasından acıklı fon müzikleri eşliğinde adeta klip izlermişçesine sunuluyor.

Haber bültenlerinin belli bölümünde artık sürekli bu tabloları, haber değerinden öte adeta dramatize etmenin en abartılı halleri ile izlettiriliyor.

Peki basın bu şekilde haber yaptığında kime yarıyor ?

Peki ne yapalım ? Çözüm ne ?

Bence çözümü RTÜK’te veya cezalarda aramamalı.

Basın kuruluşlarının tamamı bence bu tür olayları yaparken kullandıkları kelimelere, haberlerde kullanılan görüntülere, haberlerin yansıtılma şekline tekrar tekrar bakmalı. Haber yaparken çok titiz davranmalı. Haberlerini sunarken teröristlerin istediği korku halinin psikolojik yıkımın en aza indirilmesi için elinden geleni yapmalıdır.

Bu konuda haber kanallarının, gazetelerin, editörleri, yöneticileri, muhabirleri hep bir elden bu konuda gerekli hassasiyeti göstermelidir.

Bu konuda en temel örneklerden bir tanesi yakın tarihimizde 11 Eylül Amerika saldırılarında, hafızlarınızda hangi kareler var ? Saldırıda hayatını kaybedenlerin bedenlerini görebildiniz mi ?

Yoksa saldırıda sadece üst katlardan atlayan birkaç kişinin görüntüsü ve çöken binaların tozlarını mı gördük ?

Oysa saldırılar saniye saniye televizyonlarda veriliyordu. Hatta ikiz kulelerin çöküşünü canlı olarak izledik ama görüntüler çok sınırlı idi.

Söylemek istediğim şu, haberi yansıtırken, haberin doğuracağı tesiri tespit etmek basının elinde. Bu yüzden de basının sorumluluğu çok büyük.

Ben yine aynı noktaya geliyorum ve  buradan basınımıza seslenmek istiyorum.

Basın Mensupları ! Bu olayları haber yaparken, lütfen, bir kez daha düşünseniz.

Hatta birkaç kez düşünseniz.

Haberciler olarak basının günümüzde nelere muktedir olduğunu çok iyi biliyorsunuz.

Elinizdeki kalemin, fotoğraf makinesinin, kameranın vicdani sorumluluğu çok büyük.

Hiçbir güç yoktur ki, onu kullanan kişilerin üzerinde sorumluluk bırakmasın.

Bu ve benzeri olaylar daha önce kaç kez yaşandı.

Umarım basınımız bundan sonra bu olaylardan ders çıkarır.

Eğer biz terörle mücadelede  başarılı olmak istiyorsak, devletimizle, hükümetimizle, siyasi partilerimizle, iş adamlarımızla, Türkiye’de yaşayan 75 milyona varan nüfusumuzla, medyamızla hep bir yürek olmalıyız.

Basınımızın bu konuda gereken hassasiyeti göstereceğine inanıyorum.

 

Kişilerarası İlişkileri Bozan İletişim Biçemleri Hakkında

Değerli sayfa ziyaretçileri,

Okumuş olduğum iletişim ile ilgili Erol MUTLU’nun yazmış olduğu “İletişim Sözlüğü” adlı çalışmada, kişilerarası ilişkileri bozan iletişim biçemlerinden behsediliyordu.

Burada yer almasının faydalı olacağını düşündüm.

İstifadenize sunuyorum.

Kişilerarası ilişkileri bozan iletişim biçimleri şunlardır:

  1. Yatıştırmacı Biçem:                                                                                                                                    Her zaman herkesi, sevgilerini kazanmak için hoşnut tutmaya çalışmak. BU biçem diğer insanların kendilerini suçlu hissetmelerine ya da acıma duygularını kışkırtmaya yarar.
  2. Suçlayıcı Biçem:                                                                                                                                          İnsanları boyun eğmeye zorlamaya çalışmak; onları her konuda suçlamak; bu biçem diğer insanları korkutur ve onların kendilerini çaresiz durumda hissetmelerine yol açar.
  3. Aşırı Mantıklılık:                                                                                                                                       Bu biçem insanların kendisinin ne denli akıllı olduğunu göstermek için mantığı ve düşünceyi sürekli vurgulaması şeklinde ortaya çıkar; bu biçemde duygulara yer yoktur ve diğer insanların aşağılık duygusuna kapılmalarına, kendilerini aptal konumuna indirgenmiş hissetmelerine yol açar.
  4. Konu Dışılık:                                                                                                                                                Mevcut her araçla dikkat çekmeye yönelik bir biçem olup diğer insanların dengesizlik duygusuna kapılmalarına yol açar.

(Aktaran Erol Mutlu, İletişim Sözlüğü, Ayraç Yayınları, Sayfa 144)

Sosyal Bilimleri Sevme Nedenlerimden Sadece Biri…

“Sosyal Bilimleri Sevmemin Bir Nedeni”

Bu yazıda sosyal bilimleri niçin sevdiğime ilişkin kısa bir paylaşımda bulunmak istiyorum.

Doktora yeterlilik çalışması için danışman hocamın tavsiyesi ile sosyoloji alanında kitapları okumaya bu dönemde ağırlık verdim.

Okuduğum kitaplardan biri sosyoloji alanında başucu kitabı olacak Antony Giddens’ın “Sosyoloji” adlı yaklaşık 1080 sayfalık kitabı. Okumaya yeni başladım. Bitirmeyi iple çekiyorum. Ama sindire sindire okuduğum için zaman alacak gibi gözüküyor.

 

Şimdi bu kitaptan bir bölüm alıntılayıp yazının sonunda niçin sosyal bilimleri sevdiğimi kısaca açıklamayı murad ediyorum.

Alıntı şöyle:

“Arli Hocschild’in Yönetilen Kalp: İnsan Duygularının Ticarileştirilmesi adlı yapıtıdır. California Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü olan Hocschild ABD’de, Atlanta’daki Delta Havayolları Hostes Eğitim Merkezi’ndeki eğitim programlarını gözlemlemiş, bir dizi mülakat yürütmüştü.

Hocschild eğitim programlarındaki hocalardan biri  olan bir pilotun yorumunu hatırlıyor : “Şimdi kızlar sizden oraya gitmenizi ve gerçekten gülümsemenizi istiyorum”. Pilot “Gülümsemeniz sizin en büyük varlığınızdır. Sizden oraya gidip onu kullanmanızı istiyorum. Gülümseyin, gerçekten gülümseyin. Gülümsemenizi sunun.”

Hocschild bu durumu “duygusal emek” kamu içinde gözlenebilir (ve kabul edilebilir) bir yüz ve beden sunumu yaratabilmek için kişinin kendi duygularını yönetebilmesini gerektiren emek eğitimi diye adlandırıyor.

Hochschild’e göre, “çalıştığınız şirketler yalnızca sizin fiziksel hareketlerinizi değil, duygularınız üzerinde de söz sahibidir. Şirketler siz çalışırken sizin gülümsemenizin de sahibidirler.”                     (Antony Giddens ; Sosyoloji, Kırmızı Yayınları, Sayfa 58)

Açık söyleyeyim bu satırları okuduktan sonra yarım saat kadar kitabı okumaya devam edemedim.

34 yıllık hayatımda hiç fark etmediğim bir şeyi bugün okuduğum bir sosyoloji kitabında görmüştüm.

Sonra bunun gerçek hayatta sokakta karşıma nasıl çıktığını düşündüm.

Örneğin dün bri marketten alışveriş yaparken kasiyerin ben de dahil olmak üzere herkese karşılık bulsun bulmasın “ hoşgeldiniz” demesi acaba kurumsal bir zorunluluk muydu, yoksa içinden gelerek mi yapıyordu?

Aslında çalışan o an günün yorgunluğu ile bana “holgeldiniz” demek istemiyor olamaz mıydı?

Velev ki bana “Hoşgeldiniz” demese bunun kendisine yansıması nasıl olurdu?

Bu gündelik hayattan  küçük bir örnek.

Yine bir pop şarkıcısı veya tiyatro oyuncusu daha önce yapmış olduğu bir konser veya tiyatro gösterisi için biletler satıldığında tam konser günü bir akrabasını kaybettiğinde konseri iptal etmek istediğinde, anlaşma yaptığı organizasyon firması veya kurum “ Kusura bakmayın, anlaşmayı ihlal edemezsiniz, biz de çok üzüldük, ama konsere çıkıp insanları eğlendirin” dediğinde acaba o şarkıcı “ Sizinle bugün burada olduğum için çok mutluyum” derken içinde yaşadığı fırtınalar kendi psikolojisini ve işine bakışını nasıl etkiledi?

Biz bir özel şirket veya kamu şirketi ile ücreti karşılığı çalışma ilişkisi içinde olduğumuzda acaba bilgimizi, emeğimizi bir ücrete mi dönüştürüyoruz yoksa bunların yanında davranışlarımızı, tavırlarımızı, hatta duygularımızı da mı mesai saati içinde iş akdi sonucu işverenimize rızamızla teslim ediyoruz?

Günün sonunu bu sorularla getirdim.

Bu sorularım belki ileride bir makalemin konusu olur. Kim bilir?

Gelelim başta söylediğim soruya “Sosyal Bilimleri sevme sebeplerimden birine”.

Kısaca söylemem gerekirse, sosyal bilimlerin insan hayatını incelemesi, toplum hayatına hem onun içinden ama bir o kadar da dışından bakması, bizim “gündelik hayat, böyle olması gerekiyor” dediğimiz şeylerin perde arkasını görmeye çalışması, aslında görünenin gözümüze gözükenden daha fazlasını içerisinde barındırdığını anlatması yüzünden sosyal bilimleri seviyorum.

Bugün benim 34 yıldır hayatımda görmediğim bir gelişmeyi bir sosyoloğun akademik çalışmasında görmüş olmanın bana verdiği mutluluğu tarif etmem imkânsız.

Sadece belki şu benzetme duygularımı anlatmaya yardımcı olabilir “ Bir çocuğun yeni bir şeyi öğrendiğinde yaşadığı mutluluk gibi, mesela ilk bisikleti sürmeyi öğrendiğinde veya ilk yüzmeyi öğrendiğinde yaşanan çocuksu mutluluk gibi”.

Dolayısıyla bilim sayesinde hayatı okuma biçimimin bir önceki günden bir adım daha ilerlediğini görmek beni çok mutlu ediyor.

İçimdeki yeni bir şeyler öğrenme azminin hiç sönmemesi ümidi ile…