Bu yazımda sizlerle bir video paylaşmak istiyorum.
Görev yapmakta olduğum okulda öğrencilere ders kapsamında örnek olsun diye “iş görüşmesi” konulu videoları araştırırken aşağıdaki videoyu gördüm.
Bir iş görüşmesi yapılıyordu bu videoda.
Önce insanlara sahte bir iş ilanı hazırlanmış ve internet ortamında bu ilan yayınlanmıştı.
Sonra web üzerinden görüntülü olarak insanlarla mülakat yapılıyordu.
Mülakat esnasında yapılan iş tanımı aslında her annenin bir çocuk büyütürken harcadığı emeği ve özveriyi anlatıyordu.
Ve insanlara annelik şeklinde özetlenebilecek bu iş pozisyonunda çalışıp çalışmayacakları soruluyordu.
İş başvurusu yapan adayların yanıtlarını videoda bulacaksınız.
Videoyu öğrencilerimle de paylaştım.
Annelerinden uzak olduklarını düşündüğüm öğrencilerin bazılarının gözlerinin ağlamaklı olduğunu dahi gördüm.
Demek ki video vermek istediği duyguyu iyi bir şekilde yansıtıyor.
Hazırlayanların ellerine sağlık.
Çok güzel bir çalışma olmuş.
Beğenilerinize sunuyorum.
İyi seyirler.
https://www.omerfarukozgur.com/wp-content/uploads/2017/10/omerfarukozgur-300x97.png00Ömer Faruk Özgürhttps://www.omerfarukozgur.com/wp-content/uploads/2017/10/omerfarukozgur-300x97.pngÖmer Faruk Özgür2015-12-26 20:58:042015-12-26 21:02:22Anneliğin Dünyanın En Zor Mesleği Olduğu Bu Kadar İyi Anlatılır
Bu yazımda kişilerarası iletişimde ikna süreci ile ilgili önemli bir kuralı uygulamalı bir örneği ile açıklamak istiyorum.
Kişilerarası iletişimde temel kurallardan biri şudur “ eyleme geçirmek istediğiniz kişiye eyleme geçirmek istediğiniz iş için sebep gösterin”.
Bu kuralı kitaplarda okumuştum.
Ancak uygulamalı bir örneği ile kendi ailemde karşılaşınca bu sözün doğruluğunu daha iyi anlamış oldum.
Hikaye ben ve oğlum arasında geçiyor.
Rabbimin bize lütfu olduğunu düşündüğüm 4 yaşına yeni girmiş bir oğlum var.
Kendisi sanırım daha çok erkek çocukların sahip olduğunu düşündüğüm bir özelliğe sahip “inatçılık”.
Oğlumun en sevdiği şeylerden biri sanırım bir yere giderken benim kucağımda seyahat etmek.
Hiç yalana gerek yok. Benim de evladımı kucağıma almak beni çok mutlu ediyor.
Ancak oğlum şu sıralar yaklaşık 14 kilo civarında ( maşaAllah) ve artık onu kucağımda taşımak biraz yorucu olmaya başladı.
Bununla ilgili kendimce bir karar aldım. Artık çok mecbur olmadıkça onu kucağıma almama kararı.
Ancak bunu ona anlatmak zor oldu.
Her dışarı çıktığımızda o kucağıma gelmek istiyor. Ben ise “hayır, kucak yok, yürümelisin” diyordum.
Ve sonuç oğlumun ağlamalarına dayanamayan benin, onu kucağıma alması ile son buluyordu.
Ancak bir gün gerçekten kolumun oğlumu taşımanın da verdiği sıkıntı ile ağrıdığını hissettim.
Oğlum yine dışarı çıktığımızda “baba kucak al” dedi.
Ben de plansız bir şekilde “ oğlum babanın kolu acıyor, seni kucağa alamaz, yürür müsün?” dedim.
Sonuç, memnun olmasa da ağlamadı ve yürüdü.
Sonra birkaç kez daha aynısı oldu, ben de istikrarlı bir şekilde kolumu da göstererek “oğlum, kolum acıyor o yüzden yürümelisin” dedim.
Artık oğlum daha az kucak demeye ve daha fazla yürümeye başladı.
Elbette arada mutlaka kucağa alıyorum.
Bu hem benim hem onun için bir terapi gibi .
Ancak uzun mesafeli yürümelerde kucağa gelmek yerine yürüyor. Zaten bu onun için de daha sağlıklı. Yürüme ve koçma hareketleri daha sağlıklı oluyor.
Şimdi bu kişisel tecrübeden çıkardığım ve kitaplarda okuduğumu birleştirdiğimde ortaya sonuç çıkıyor “ Bir kişiden bir davranış değişikliği göstermesini istiyorsanız, ona bunun nedenini söyleyin”.
Sadece davranış değiştir demekle olmuyor.
Yani bir çocuk senden bir oyuncak istediğinde “ onu alamam” demek yeterli değil. Bunun yerine “oğlum onu alamayız, çünkü cüzdanım yanımda değil veya pahalı” demek gibi.
Aynı şekilde birisine “ şu kağıyı kapat” diye emretmek yerine “ şu kapıyı kapatır mısın? Dışarından çok ses geliyor” demek daha doğru.
Bu söylediğim kural 3 yaşında çocuk için de 35 yaşında bir kişi içinde 70 yaşında bir amca için de geçerli.
Aynı bir siyasi partinin “bize oy ver” demesi ile “ bize oy ver ki istikrar sürsün” ya da “bize oy ver ki iktidar gitsin yerine biz gelelim” söylemlerinde olduğu gibi.
Hatta dini kitaplarda dahi Allah kullarına iyi insan olmaları gerektiğini anlatırken sadece “iyi insan olun” demez, “iyi insan olun, emirlerime uyun ki ben de sizden razı olayım ve sizi cennetime koyayım” der.
Elbette bu kadar basit bir bağ kurulmaz ancak ben burada kısaca anlaşılsın diye özetledim.
Netice, iletişimde bir eylemin gerçekleşmesini talep ederken karşı tarafa bir sebep / gerekçe / neden belirtmek eylemin gerçekleşme ihtimalini kesinlikle artırıyor.
Denemesi kolay.
Etrafınızdaki kişilere bir iş yaptırmak istediğinizde önce gereke belirtmeden “şunu yapar mısın?” deyin, sonrasında aynı kişiye bir başka zaman aynı eylemi “ şunu yapar mısın, çünkü şöyle oluyor” diye gerekçe belirterek sorun.
Aradaki farkı siz de göreceksiniz.
İletişim önemli azizim…
https://www.omerfarukozgur.com/wp-content/uploads/2017/10/omerfarukozgur-300x97.png00Ömer Faruk Özgürhttps://www.omerfarukozgur.com/wp-content/uploads/2017/10/omerfarukozgur-300x97.pngÖmer Faruk Özgür2015-09-16 12:24:472015-09-16 12:25:24Kişilerarası İletişimde İkna İçin Temel Bir Kural: “ Gerekçe sunmak, ikna eder”
Pratik ve Teori Çatışması Üzerinden Grunig ve Hunt’ın Dört Halkla İlişkiler Modeli
Bu yazımda halkla ilişkilerin çok temel konularından biri üzerine yazmak istedim. Konumuz bütün halkla ilişkilerle ilgili akademik kitaplarda görebileceğiniz “Halkla İlişkilerin Dört Modeli” diye ifade edilen mefhumdur.
Benim bu konuyu yazma sebebim ise bazı okumalarımda, bu modelle ilgili anlatılar yapılırken hala şu çelişkinin yaşanması “ acaba hangi model daha iyi, en çok uygulanan model en iyi olanı mı?”.
Bu çelişki aynı zamanda başlığı da açıklıyor, çünkü bu soruların sorulması birçok disiplinin yaşadığı teori ve pratik çatışmasının bir sonucu diye düşünüyorum.
Yazımın sonucunda bu sorunun cevabını kendi görüş açımdan anlaşılır bir şekilde sunmayı ümid ediyorum.
Kısaca “Halkla İlişkilerin Dört Modeli”nin ne olduğuna temel seviyede değinmek faydalı olacaktır.
Bu dört model genellikle modeli ortaya atan kişilerin isimleri ile birlikte “Grunig ve Hunt’ın Halkla İlişkiler Modeli” şeklinde de anılmaktadır.
Aslında modeller temel olarak halkla ilişkilerin ABD’deki gelişim süreçlerini ve çeşitli dönemlerde farklı biçimlerde yapılan halkla ilişkiler tarzlarını sistemli bir şekilde bir araya getirmektedir.
Bazı çevrelerce ABD’deki halkla ilişkiler tarzlarını açıkladığı iddiası olsa da genel kabul burada bahsedilen halkla ilişkiler tarzlarının dünyanın her yerinde var olabileceği bu yüzden de genel bir halkla ilişkiler teorisi çizme yönünde faydalı olduğudur.
Başlıklar halinde bu dört modeli vermek gerekirse :
Basın Ajansı / Tanıtım Modeli
Kamuyu Bilgilendirme Modeli
İki Yönlü Asimetrik Model
İki Yönlü Simetrik Model
Bu modellerin detay anlatımlarına halkla ilişkilerin temel bir konusu olduğu için burada girmiyorum. Merak eden okuyucular Google’a “Grunig ve Hunt Halkla İlişkiler Modeli” veya “Halkla İlişkilerin Dört Modeli” gibi anahtar kelimeler yazarlarsa rahatlıkla detaylı bilgi elde edeceklerdir.
Şimdi bu dört modele dikkatlice bakıldığında görülecektir ki, tarihsel olarak eskiden yeniye yani 1900’lerden günümüze doğru ilerleyen modeller aynı zamanda bize halkla ilişkilerin sürekli iyiye doğru giden bir anlayışa sahip olduğunu göstermektedir. Yani bu modeller arasında hangisi en iyidir denildiğinde cevap basittir. En iyi model “İki yönlü simetrik” olarak karşılık bulan modeldir.
Elimizde bir skala olsa ve bir tarafında “propaganda” diğer tarafında “halkla ilişkiler” dursa ve siz bu skala üzerinde bu modeli sıralamak isterseniz “basın ajansı” modelini propaganda tarafına, “ iki yönlü simetrik” modeli de halkla ilişkiler tarafına koymalısınız.
Yani günümüzde bir firmada uygulanan halkla ilişkiler stratejileri basın ajansı modeline doğru kayıyorsa orada halkla ilişkiler görünümlü propagandaya yakın bir faaliyet yapılıyordur. Ama aynı firmada “iki yönlü simetrik” bir yaklaşım sergileniyorsa o kurumda halkla ilişkilerin en ideal haline yakın bir halkla ilişkiler faaliyeti uygulandığını düşünebiliriz.
Zaten bizlere bu halkla ilişkilerin dört farklı uygulama şeklinden yola çıkarak bir model sunan bu yaklaşımın mimarlarından James E Grunig yazmış olduğu “Halkla İlişkiler ve İletişim Yönetiminde Mükemmellik” adlı çalışmasında aslı hangi model daha iyi tartışmalarına son noktayı koymuş ve “iki yönlü simetrik” yaklaşımın en ideal halkla ilişkiler modeli olduğunu ve tüm kurum ve kuruluşların bu yaklaşımı sergilemesinin gerektiği ifade etmiştir.
Şimdi akla gelen bir diğer soruya bakalım. Madem “iki yönlü simetrik” yaklaşım daha iyi o zaman herhalde işletmelerin çoğu iki yönlü simetrik yaklaşımı tercih edecektir değil mi? Çünkü aklın yolu bir.
Eğer cevabınız “evet” ise yanıldınız. Maalesef yapılan araştırmalar göstermektedir ki ( Grunig’in mükemmellik ile ilgili kitabına araştırma detayları için bakılabilir) bu dört model arasında en az uygulandığı ifade edilen “iki yönlü simetrik” modeldir.
Peki niye durum böyle, yani işletmeler niçin iki yönlü simetrik yaklaşımı tercih etmiyorlar?
Buna ilişkin sebepleri kendi kanaatime göre bir iki madde halinde açıklamak isterim.
İki yönlü simetrik model, diğer modellere göre uygulaması daha zor ve maliyetli bir modeldir. Çünkü simetrik olmak demek hedef kitlenin duygu ve düşüncelerini tespit etmek demektir.
Hedef kitlenin duygu ve düşüncelerini tespit etmek için araştırma yaptırmak, araştırma sonuçlarını analiz etmek, analiz sonuçlarına göre önerilerinizi yönetime sunmak gerekir. Sunduğunuz önerilerin içinde hele de ek mali kaynaklar gerektiren talepleriniz varsa yönetimi bu parayı ayırmaya ikna etmek hayli zor olacaktır.
İşletmelerin büyük çoğunluğunun yöneticileri dışarından bakıldığında insanların firmaları hakkında ne düşündüğünü önemsediklerinin düşünülmesini isterler ancak gerçekte bunu çok da fazla önemsemezler. Çünkü hedef kitleleri kendi istekleri dışında bir taleple gelme ihtimaline karşı, onların isteklerini hiç duymamak daha işlerine gelir.
Halkla ilişkiler firmalarının veya işletmelerin halkla ilişkiler departmanlarının yaptığı eylemlerin propagandaya yakın olup olmadığını, mesaj içeriklerinin doğru olup olmadığını denetleyen, denetleme sonuçlarına göre etik davranmayan işletmelere veya halkla ilişkilere yönelik cezai uygulama verebilecek bir sistem veya yapılanma bulunmamaktadır. Dolayısıyla işletmeler iki yönlü simetrik yaklaşım yerine basın ajansı modelini benimseyip ona göre davrandıklarında sonucunda ceza almadıkları sürece daha zahmetli ve masraflı olanı değil daha kolay ve ucuz olanı seçme isteğinde olacaklardır.
Belki daha artırılabilir ama ilk aklıma gelenler bunlar.
Peki gelelim sonuca, e ne yapacağız şimdi? İşletmeler iki yönlü simetrik yaklaşımı tercih etmiyorlar diye biz her zaman çok işe yarayan ama bir o kadar ahlaksız bulduğum şu söyleme mi başvuracağız? “ Arkadaşlar iki yönlü simetrik halkla ilişkiler en ideal, uygun, halkla ilişkilerin özüne uygun modeldir ancak uygulamada çok fazla tercih edilmez, o yüzden siz boşverin en iyisi basın ajansı modelidir” mi diyeceğiz?
Açık söyleyeyim bu satırlarıları yazarken dahi tüylerim diken diken oldu.
Hayatta sevmediğim şeylerden biri de “ pratikte var olan yüzünden ideal olanın, doğru olanın feda edilmesi”. Her zaman bu tavra karşı oldum, olmaya da devam edeceğim.
O halde iki yönlü simetrik halkla ilişkiler modelinin daha fazla uygulanması için ne yapabiliriz.
Aklıma gelen birkaç öneriyi şöyle sıralayabilirim.
Halkla ilişkiler eğitiminin verildiği yerlerde ( üniversiteler, kurslar, sertifika programları vb) halkla ilişkiler etiğine daha fazla zaman ayırabiliriz.
İnsanları işletmelerden kendilerine yönelik “simetrik” yani bir tarafın diğerini ezdiği değil de eşit konumda olduğu bir hizmet anlayışını talep etmeleri noktasında motive edebiliriz.
İki yönlü simetrik halkla ilişkiler yaklaşımı sergileyen kurum ve kuruluşları sertifikalarla, törenlerle ödüllendirebiliriz. Bu serfitikanın kazanılmasının önemi noktasında bir algı oluşturarak firmaları iki yönlü simetrik modele özendirebiliriz.
İşletmelerin yöneticilerini kar maksimizasyonunun temel hedefleri olduğunu kabul etsek dahi kimi zaman dolaylı harcama gibi gözükecek maliyetlerin ( iki yönlü simetrik halkla ilişkiler faaliyetlerinin maliyetleri ) aslında kendilerine uzun vadede olumlu geri dönüşü olacağına inandırma noktasında çalışabiliriz.
Neticede diyebilirim ki halkla ilişkiler uygulamalarının iki yönlü simetrik yaklaşıma uygun olduğu ölçüde halkla ilişkiler mesleğinin itibarının iyi olacağını, iki yönlü simetrik yaklaşımdan uzaklaşan halkla ilişkiler uygulamalarının sayısı arttıkça, halkla ilişkiler mesleğinin itibarının kötüye gideceğini hep hatırda tutarak çalışmalıyız.
Uygulamada propagandaya yakın duran bir meslek dalının, aslında propaganda değil halkla ilişkiler olduğunu kimseye anlatamayız.
Çünkü ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz düsturu çok gerçekçidir.
İnsanlar bizim mesleğimizi, yaptığımız işlere göre değerlendirir, halkla ilişkilercilerin anlattığına göre değil.
Çok çalışmamız lazım çok…
https://www.omerfarukozgur.com/wp-content/uploads/2017/10/omerfarukozgur-300x97.png00Ömer Faruk Özgürhttps://www.omerfarukozgur.com/wp-content/uploads/2017/10/omerfarukozgur-300x97.pngÖmer Faruk Özgür2015-09-04 15:48:112015-09-04 15:50:19Pratik ve Teori Çatışması Üzerinden Grunig ve Hunt’ın Dört Halkla İlişkiler Modeli Üzerine Kısa Bir Bakış
Sürekli birilerinin özellikle de saçma sapan şeylerle meşhur olan kişilerin söylediği bir sözdür “reklamın iyisi kötüsü olmaz”.
Ben de acizane yıllardır diyorum yahu reklamın elbette iyisi kötüsü olur.
Bir reklam vardır, izleyince reklam hedeflerine hizmet ediyordur, hep beraber deriz ki bu reklam çok iyi hatta Kristal Elma Reklam ödülü alır bu reklam.
Bir başka reklam vardır, izlersin, bir daha izlersin sonra bir daha izlersin ve yanındaki arkadaşına da sorarsın : ” Ben bir şey anlamadım bu reklam ne anlatıyor?” diye.
İşte bu reklam da kötü reklamdır. Ne reklamı yapılan ürün ve hizmete ilişkin hedefine ulaştırır ne de hedef kitlenin anladığı bir mesaj barındırır elbette sonuçta bu reklam Kristal Elma Ödülü falan da almaz.
Bugün bir kaynakta gördüm bu sözün sahibi meğer bizim halkla ilişkiler tarihinde uygulamaları sebebi ile belki de halkla ilişkilerin en kötü uygulamacısı olarak kendisini andığımız P.T. Barnum’muş.
Öğrendiğim iyi oldu.
İşte bunu öğrendiğim satırlar:
“Reklamın iyisi kötüsü olmaz” deyimini ilk defa kullanan P.T. Barnum, medyanın dikkatini çekebilmek için, sirk yıldızlarını yalandan evlendirmekte, böylece bu gibi düzmece haberlerle medyanın gündeminde sirkine yer edinmektedir. Barnum ayrıca gazetecilere bedava bilet vererek, basının ilgisini çekmeyi garanti altına almaya çalışmıştır.”
(Nuray TOKGÖZ, Halkla İlişkiler Yönetimi, AOF Kitabı, Sayfa:59)
Dolayısı ile Barnum’u niçin halkla ilişkilerin en kötü uygulayıcılarından biri olarak göstermemizin sebebi alıntının içinde gizli. Barnum haber olabilmek adına yalan ve düzmece olaylar kurgulayıp basına servis etmekten çekinmezdi.
Onun tek gayesi bir şekilde basında sirkinin adının duyulması idi. Bunun için de yalan ve düzmece haber de yapılabilirdi.
Dolayısı ile “reklamın iyisi kötüsü olmaz” deyiminin sahibi, yalan ve düzmece haber yapmakta sakınca görmeyen bir yalancı ise, yalancının söylediği bir sözü kendimize referans almak da ayrı bir gariplik olurdu. Bu da işin felsefi boyutu.
Dolayısı ile reklamın da şöhretin de iyisi de kötüsü de olur.
Bir olay ve hadise ile herkesin tanıdığı bir adam olmak önemli değildir.
Önemli olan nasıl tanındığınızdır.
Tarih boyunca kimi insanlar topluma faydaları ile kimi insanlar ise topluma yönelik kanlı eylemleri ile tanınmışlardır.
Önemli olan nicelik değil niteliktir, netice itibari ile.
Elbette burada bir diğer tartışması yapılması gereken konu da “iyi” ve “kötü” ayrımının nasıl olduğu, nasıl yapılacağı üzerinedir.
Bu da çok derin bir konudur.
Felsefeciler dahi bildiğim kadarı ile bu konuda tam anlamıyla mutabık değildirler.
Yani evrensel bir iyi kavramı var mıdır? Böyle bir iyi var mıdır? Bir şeyin iyi veya kötü olmasını belirleyen bir belirleyici var mıdır?
Eğer bu konuya girersek çok derin, içinde kayboluruz diye düşünüyorum.
Ancak reklam konusu ile sınırlandırırsak yani reklamın iyisi kötüsü hususunda nasıl belirleyiciler söyleyebiliriz dersek burada devreye kriterler girer.
Yani iyi reklamın veya kötü reklamın kriterleri nelerdir sorusu.
Ancak bu da ayrı bir yazı konusu belki fırsatım olursa bir diğer yazıda da onu yazarım.
Ancak burada benim açımdan çok temel ve basit bir kıstas ( ölçüt, kriter) var bunu paylaşmak isterim.
Ben bir reklamın iyi mi kötü mü olduğuna karar verirken “reklam amaçlarına hizmet edip etmemesine ve bu alandaki başarısına bakıyorum”.
Bilindiği üzere reklamın temelinde bir duyuru gayesi olmakla beraber reklam amaçları kendi içinde farklılaşabilir.
Bazı reklamlar vardır, yeni bir ürün veya hizmeti tanıtır, bazı reklamlar vardır kurumun genel itibarına veya liderine yönelik bir itibar artışı sağlamayı hedefler, bazı reklamlar vardır kurum hakkında çıkan asılsız bir haberin olumsuz tesirini gidermeye çalışır” gibi gibi artarak devam edebilir.
Dolayısı ile bir reklam diyelim ki A grubu müşteriler üzerinde ürünümüzün satışlarının % 10 artırılmasını hedeflemekte ve bu gayeyle oluşturulmuş olsun.
Reklamı yaptık, yayınladık. Reklamın üzerinden araştırma için makul bir süre geçtikten sonra ürünümüz satışlarında artış olmuş mu? Buna bakarım. Sonra bu artış A grubu müşterilerim üzerinde %5 düzeyine ulaşmış mı? Bunu araştırırım. Eğer hedefime ulaştı ise bu reklam bana göre iyi reklamdır.
Veya şirketimiz hakkında basında asparagas bir haber çıktı ve bu şirketimizin itibarını zedeliyor.
Bu konu ile ilgili ilk olarak bir araştırma yapar ve şirket itibarımın ne durumda olduğu ve bu haberlerin bu itibara etkisini ölçümlerim.
Sonrasında itibarımın olumluya doğru geçiş yapması için reklam filmimi hazırlarım, yayınlarım.
Üzerinden makul bir süre geçtikten sonra tekrar araştırma yaparım.
Eğer araştırma sonuçlarına göre reklam filmimden sonra kurumumun itibarında olumluya doğru gidiş varsa, reklam amacına hizmet etmiştir, yani iyi bir reklamdır. Ancak yapılan araştırmalarda eğer itibarımda olumluya doğru bir gidiş yoksa, o reklam bana göre kötü bir reklamdır.
Hemen şunu duyar gibiyim, bazılarımız şu soruyu soracaklar “ İyi de reklam tekniği açısından çok başarılı bir reklam, içerisinde yer alan oyuncular diyelim ki Türkiye’nin en iyi tiyatrocuları, grafik animasyon teknikleri açısından mükemmele yakın sayılabilri olsa da mı bu reklam kötü?” .
Elcevap üzücü ancak bana göre bahsettiğimiz reklam, benim irdelediğim kritere göre “kötü”. Özür dilerim. Bu bazılarınca emeğe saygısızlık, bazılarınca mükemmeliyetçilik olarak değerlendirilebilir.
Ancak ben ikisi de olduğunu düşünmüyorum.
Benim tek söylediğim reklam amacımın ölçülebilir bir boyutu varsa ben bunu ölçmekten ve sonuca ulaşan bir işin başarılı sonuca ulaşamayan bir işin ise başarısız olduğunu düşünüyorum.
Yani reklamın iyilik ve kötülüğü hususunda sonuçlara bakarak bri değerlendirme yapılabileceğini savunuyorum.
Elbette sonuçları ölçmenin de çok zahmetli ve maliyetli bir iş olduğunu da biliyorum.
O yüzden birçok şirket yöneticisi reklam etkililiğini ölçtürmekten korkuyor. Bunun altında yatan sebep ise onca para döktüğü işin sonunda karşılığını alamadığını görmenin insanda oluşturduğu dayanılmaz acıdan kaçınma hissi.
Şimdi tüm bu yazdıklarımın sonunda biraz tebessüm etmek için Show TV’de yayınlanan Güldür Güldür Show adlı tv komedi yapımının “Reklam Nasıl Yaratılır?” konulu skecini paylaşmanın faydalı olduğunu düşünüyorum.
Bu yazıda sosyal bilimleri niçin sevdiğime ilişkin kısa bir paylaşımda bulunmak istiyorum.
Doktora yeterlilik çalışması için danışman hocamın tavsiyesi ile sosyoloji alanında kitapları okumaya bu dönemde ağırlık verdim.
Okuduğum kitaplardan biri sosyoloji alanında başucu kitabı olacak Antony Giddens’ın “Sosyoloji” adlı yaklaşık 1080 sayfalık kitabı. Okumaya yeni başladım. Bitirmeyi iple çekiyorum. Ama sindire sindire okuduğum için zaman alacak gibi gözüküyor.
Şimdi bu kitaptan bir bölüm alıntılayıp yazının sonunda niçin sosyal bilimleri sevdiğimi kısaca açıklamayı murad ediyorum.
Alıntı şöyle:
“Arli Hocschild’in Yönetilen Kalp: İnsan Duygularının Ticarileştirilmesi adlı yapıtıdır. California Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü olan Hocschild ABD’de, Atlanta’daki Delta Havayolları Hostes Eğitim Merkezi’ndeki eğitim programlarını gözlemlemiş, bir dizi mülakat yürütmüştü.
Hocschild eğitim programlarındaki hocalardan biri olan bir pilotun yorumunu hatırlıyor : “Şimdi kızlar sizden oraya gitmenizi ve gerçekten gülümsemenizi istiyorum”. Pilot “Gülümsemeniz sizin en büyük varlığınızdır. Sizden oraya gidip onu kullanmanızı istiyorum. Gülümseyin, gerçekten gülümseyin. Gülümsemenizi sunun.”
Hocschild bu durumu “duygusal emek” kamu içinde gözlenebilir (ve kabul edilebilir) bir yüz ve beden sunumu yaratabilmek için kişinin kendi duygularını yönetebilmesini gerektiren emek eğitimi diye adlandırıyor.
Hochschild’e göre, “çalıştığınız şirketler yalnızca sizin fiziksel hareketlerinizi değil, duygularınız üzerinde de söz sahibidir. Şirketler siz çalışırken sizin gülümsemenizin de sahibidirler.” (Antony Giddens ; Sosyoloji, Kırmızı Yayınları, Sayfa 58)
Açık söyleyeyim bu satırları okuduktan sonra yarım saat kadar kitabı okumaya devam edemedim.
34 yıllık hayatımda hiç fark etmediğim bir şeyi bugün okuduğum bir sosyoloji kitabında görmüştüm.
Sonra bunun gerçek hayatta sokakta karşıma nasıl çıktığını düşündüm.
Örneğin dün bri marketten alışveriş yaparken kasiyerin ben de dahil olmak üzere herkese karşılık bulsun bulmasın “ hoşgeldiniz” demesi acaba kurumsal bir zorunluluk muydu, yoksa içinden gelerek mi yapıyordu?
Aslında çalışan o an günün yorgunluğu ile bana “holgeldiniz” demek istemiyor olamaz mıydı?
Velev ki bana “Hoşgeldiniz” demese bunun kendisine yansıması nasıl olurdu?
Bu gündelik hayattan küçük bir örnek.
Yine bir pop şarkıcısı veya tiyatro oyuncusu daha önce yapmış olduğu bir konser veya tiyatro gösterisi için biletler satıldığında tam konser günü bir akrabasını kaybettiğinde konseri iptal etmek istediğinde, anlaşma yaptığı organizasyon firması veya kurum “ Kusura bakmayın, anlaşmayı ihlal edemezsiniz, biz de çok üzüldük, ama konsere çıkıp insanları eğlendirin” dediğinde acaba o şarkıcı “ Sizinle bugün burada olduğum için çok mutluyum” derken içinde yaşadığı fırtınalar kendi psikolojisini ve işine bakışını nasıl etkiledi?
Biz bir özel şirket veya kamu şirketi ile ücreti karşılığı çalışma ilişkisi içinde olduğumuzda acaba bilgimizi, emeğimizi bir ücrete mi dönüştürüyoruz yoksa bunların yanında davranışlarımızı, tavırlarımızı, hatta duygularımızı da mı mesai saati içinde iş akdi sonucu işverenimize rızamızla teslim ediyoruz?
Günün sonunu bu sorularla getirdim.
Bu sorularım belki ileride bir makalemin konusu olur. Kim bilir?
Gelelim başta söylediğim soruya “Sosyal Bilimleri sevme sebeplerimden birine”.
Kısaca söylemem gerekirse, sosyal bilimlerin insan hayatını incelemesi, toplum hayatına hem onun içinden ama bir o kadar da dışından bakması, bizim “gündelik hayat, böyle olması gerekiyor” dediğimiz şeylerin perde arkasını görmeye çalışması, aslında görünenin gözümüze gözükenden daha fazlasını içerisinde barındırdığını anlatması yüzünden sosyal bilimleri seviyorum.
Bugün benim 34 yıldır hayatımda görmediğim bir gelişmeyi bir sosyoloğun akademik çalışmasında görmüş olmanın bana verdiği mutluluğu tarif etmem imkânsız.
Sadece belki şu benzetme duygularımı anlatmaya yardımcı olabilir “ Bir çocuğun yeni bir şeyi öğrendiğinde yaşadığı mutluluk gibi, mesela ilk bisikleti sürmeyi öğrendiğinde veya ilk yüzmeyi öğrendiğinde yaşanan çocuksu mutluluk gibi”.
Dolayısıyla bilim sayesinde hayatı okuma biçimimin bir önceki günden bir adım daha ilerlediğini görmek beni çok mutlu ediyor.
İçimdeki yeni bir şeyler öğrenme azminin hiç sönmemesi ümidi ile…
Sizinle Düzce Üniversitesi’nde öğrencilerimle Sözel İletişim ve Hitabet dersi kapsamında izlediğimiz bir videoyu paylaşmak istiyorum.
Video çok üretici bulduğum ve hem derslerim hem de kendi kişisel gelişimim için takip ettiğim “TEDx Talks” adlı etkinlikten alınmıştır.
Video, Türkiye’de halkla ilişkiler mesleği ile ilgilenen herkesin ismine aşina olduğu halkla ilişkilerin Türkiye’deki ilk uygulayıcılarından olan Betul Mardin’in hayat hikayesinden küçük kesitleri içeriyor.
Gerçek hayat hikayelerini her zaman etkileyici ve eğitici bulmuşumdur.
Ben çok istifade ettim, sizlerin de istifade etmesini temenni ediyorum.
TTNET’in bir uygulaması olan “Gezinti.com” diye bir vakıa var. Çok kısaca özetlemek gerekirse, bu servisi kabul ettiğinizde internette gezmiş olduğunuz sayfalar ilgili servis tarafından tutuluyor ve bu bilgiler TTNET’e gönderiliyor ve sonrasında size özel reklamlar karşınıza çıkmaya başlıyor.
Kişiye özel pazarlama uygulamaları açısından takdir edilebilecek bir uygulama. Yani sizin ilgi alanınızı tespit edip ona yönelik reklamlar vermek. Pazarlama açısından altın bir proje olabilir.
Fakat benim vurgulamak istediğim ise bu hizmetin pazarlama metodu.
Geçenlerde bir haber sitesinde dolaşırken, haberi tıkladığımda karşıma gezinti.com uygulamasının sayfası çıktı. Bana güya bu hizmete üye olup olmayacağım sorulmuş.
İşte burada yapılan iş beni rahatsız etti. Nedir beni rahatsız eden.
Sayfada size gezinti.com un ne olduğu anlatılıyor, sonrasında da bu siteye üye olup olmak istemediğimiz soruluyor. Fakat siteyi tasarlayanlar kendilerince çok uyanık bir iş yapmışlar. Nedir o?
Sayfanın tamamı gri tonla yapılmış ki gri ton siliklik ifade eder, algıda seçicilik gereği az dikkat çeken bir renktir. Bütün bilgiler verilmiş. Hepsi gri tonda. Sonunda iki seçenek sorulmuş “ Hayır” ve “ evet seçenekleri”. “Hayır” deyince servisi istemediğimiz anlaşılıyor. “Evet” deyince servisi istemiş oluyoruz.
Şimdi gelelim kilit soruya.
“Sizce hayır butonu hangi renk? Evet butonu hangi renk?”
Cevabı söyleyeyim.
Hayır butonu gri renk, evet butonu ise yeşil değil, yem yeşil.
Yapmayın be. Bari insanlara gerçekten seçme hakkı verin. İkisini de yeşil yapın da, bırakın objektif bir şekilde hangisini istiyorsa onu seçsin.
Ama sizi de anlıyorum. Bu işi yaptırdığınız ajans veya işi yapan kişiler size dedi ki, “ Evet butonu yeşil olsun, hayır gri. İnsanlar algıda seçicilik gereği yeşile tıklarlar”.
Ben bu tavrı insan zekasına hakaret kabul ediyorum. Düşünen birisi olarak da beni çok rahatsız etti.
Bir de ikinci bir rahatsızlık hususunu belirtmeliyim. Aynı haber sitesinde daha önce “Hayır” butonuna bastığım halde belli süre sonra tekrar karşıma gezinti.com katılım sayfası çıktı.
Burada ne yapılmaya çalışılıyor. Benim bıktırma politikası ile kabul ettirme dediğim ikna yolu deneniyor.
Kullanıcının karşısına istememesine rağmen aynı uyarıyı defalarca verirsek, belki bıkkınlıkla daha fazla karşıma sayfa gelmesin diye Evet butonuna basar diye düşünülmüş.
Bir de Evet butonuna açıklama olarak “ücretsiz” diye yazmışlar. Ücretsiz yazarsak insanlar kabul eder diye. Yahu böyle bir hizmette ücret söz konusu olacaksa senin müşteriye para vermen lazım sana özel reklam yollayacağım, senin sitelerini takip edeceğim, bunun karşılığında al şu kadar para demen lazım.
Vallahi benim karşıma bu uyarı 3 kez çıktı, üçünde de hayır dedim. Daha ne kadar karşıma çıkar bilmiyorum ama hep de hayır demeye devam edeceğim.
Çünkü benim gezdiğim internet sitelerinin reklam bahanesi ile kayıt altına alınması her ne kadar kimlik bilgilerimin tutulmadığı iddia edilse de, mahremiyet ve kişilik haklarıma bir saldırı olarak görüyorum. Bu sebeple gezinti.com gibi hizmetlere her zaman karşı olmaya devam edeceğim.
TTNET yetkililerine de tavsiyem bir diğer yazımda söylediğim özlü söz olacak :
“ Fazla naz aşık usandırır, fazla arama müşteri bıktırır”.
Yani altın kural şu, müşteri bir hizmete hayır dediğinde bunun cevabı hayırdır. Daha fazla ısrarcı olma, çaktırmadan onu ikna etme yoluna gitmemeli.
Birazdan aktaracağım hikaye “Fazla aşık naz usandırdığı gibi, fazla arama da müşteri bıktırır” kuralının uygulamalı örneği. ( Böyle bir kuralı bir yerde okumadım ben söyledim. Ama güzel olduğu kanaatindeyim)
Ben de bir çok internet kullanıcısı ile aynı kaderi paylaşıp TTNET servi sağlayıcılarından internet desteği alıyorum. Eskiden Superonline adlı bir servis sağlayıcısı vardı, en azından internet hususunda alternatifler vardı. Fakat şu an gelinen noktada TTNET daha önce PTT döneminden hemen hemen her hanede olan telefon hattı avantajı ve altyapı ve devlet kurumu olma avantajını kullnarak şu an tekel oldular. Çok da ciddi kar ediyorlar. Karlarında gözüm yok. Ama hizmet konusunda bazı şikayetlerimi de buradan aktarmak zorundayım.
Bundan yaklaşık 1 ay öncedir, önce ev telefonum çalıyor 440375 ( TTNET Çağrı Merkezi numarası). Biz açmamıza rağmen ısrarla çalıyor. Açmayınca vazgeçip cep telefon numaramı arıyorlar. Yine 440375. Ben de müsait olmadığım için açmıyorum. Aradan bir iki gün geçmeden aynı durum tekrar ediyor. En sonunda dayanamadım. 440375’i ben aradım. Müşteri temsilcisine beni niçin ısrarla aradıklarını sordum. Cevap kampanyalarımız hakkında bilgilendirmek için aradık diyorlar. Bundan sonra aramızda geçen konuşmayı kısaca aktarayım. ( Konuşma kelimesi kelimesine aynı olmayabilir, ancak içerik aşağı yukarı bu şekildedir.)
TTNET Çağrı Merkezi Görevlisi : Efendim talebinizi alabilir miyim?
Ben : Lütfen beni evden veya cepten hiçbir şekilde aramayınız. Rahatsız oluyorum. Aramalarınız taciz boyutuna vardı, yapmayın.
TTNET Çağrı Merkezi Görevlisi : Efendim sizi hiç aramayalım mı ? Yoksa kampanya, indirim vb hakkında bilgi sahibi olmak istermisiniz?
Ben : Bakın hanımefendi, aramayın dediğimde cevabı hiç mi aramayalım olmasın. ( Bu şuna benziyor. Biz şey var mı diye sorulduğunda yok cevabı verene hiç mi yok dersiniz ya. Heh aynı şey. )
Beni TTNET’ten hiçbir gerekçe ile indirim dahi olsa, 1 ‘e basın size bedava internet bağlayacağız demek için dahi aramayın. Yeterince açık mı ?
TTNET Çağrı Merkezi Görevlisi : Peki efendim. Ben şikayetinizi alıyorum. Bundan sonra aranmayacaksınız.
Buraya kadar çok makul, ben de zannettim ki artık aranmayacağım.
Olaydan birkaç gün sonra telefonumda yine çağrı 440375. Alllah Allah, hayırdır. Anlaşmıştık biz sizinle dedim, açtım telefonu.
Müşteri temsilcisi “Müsaitseniz kampanyalarla ilgili” dedi. Ben araya girdim. Daha önce geçen konuşmamın aynısını yapıp, hiç müsait değilim, bu numara aradığında da hiçbir zaman müsait olmayacağım. Artık lütfen beni aramayın dedim.
Bu kişi de peki efendim şikayetinizi not aldım dedi.
Allah var o günden beri aranmadım.
Fakat her an tekrar aranacağım korkusunu yaşıyorum :) Kabus gibi.
Buradan söylemek istediğim şey şu, bir marka olarak kampanyalarından bahsetmek istiyor olabilirsin. Tanıtımını yapmak istiyor olabilirsin. En doğal hakkındır. Ancak bunu taciz boyutuna vardırmamalısın. Aksi takdirde müşteriyi kendinden yani markandan bıktırırsın. Biz telefonda bizi rahatsız edenlere ki halk dilinde bu kişilere “telefon sapığı” da denilir. Ne deriz? Polis bey, şu numara sürekli beni arıyor, rahatsız ediyor. Yani bunun bir taciz olduğunu belirtiriz. İşte sen de beni tekrar tekrar ararsan sen de beni rahatsız etmiş oluyorsun.
Dolayısı ile TTNET’e tavsiyem müşterileri kendinden bıktırmak istemiyorsa, müşterilerini bu kadar sık aramasın. Hem çok sıklıkla yapılan bir işin değeri de kalmaz. Sıradanlaşır.
Bu yazımı bir müşteri deneyimi, müşteri şikayeti olarak alabilirler. Ben olsam bu yazıda haklılık payı olduğunu düşünür ve TTNET çağrı merkezi aramaları hususunda yeni bir politikaya geçerdim.
Avrupa Birliği Bakanlığı tarafından “AB’yi Anlatın Anlattıklarınızı Gidip Görün” sloganı ile duyurulan, 2013 Yılı AB Yolunda Genç İletişimciler Yarışması kapsamında Üniversitemiz temas kişisi sıfatı ile Gölyaka Meslek Yüksekokulu’na 03 Aralık 2012 tarihinde yarışma hakkında bilgi vermek üzere ziyarette bulunduk.
Öğrenci arkadaşlarımızla yaklaşık 45 dakikalık bir zaman diliminde hem yarışma koşullarına baktık,hem de daha önceki yıllarda ödül almış projeleri izledik.
Bu sene Üniversitemiz öğrencilerinden bu yarışmada ödül kazanan arkadaşlarımız olacaktır kanaatindeyim.
Benim görmüş olduğum öğrenci arkadaşlar bu yarışmaya ilişkin başarılı olacağımız duygusunu bende fazlasıyla oluşturdu. Bir de görmediğimiz çok parlak fikirleri olan nice öğrenci arkadaşımızı düşünecek olursak, başarma oranımız bence çok yüksek.
Etkinliğimize katılan arkadaşlarımıza gösterdikleri ilgiden ötürü teşekkür ederken, okulda duyuru ve organizasyonun yapılmasındaki katkılarından ötürü Gölyaka MYO Öğretim Görevlisi Özlem MANSUROĞLU’na, etkinlik günü sağladığı lojistik destek ve içten ev sahipliği adına da Gölyaka MYO Müdür Yardımcısı Öğretim Görevlisi Reyhan SÖNMEZ’e teşekkürü bir borç bilirim.
Yarışma hakkında bilgi almak isteyenler aşağıdaki bağlantı adresinden detaylara ulaşabilirler.
www.ab.gov.tr
Yarışmaya katılacak arkadaşlara başarılar ve kolaylıklar diliyorum.
https://www.omerfarukozgur.com/wp-content/uploads/2012/12/GMYO.jpg340510Ömer Faruk Özgürhttps://www.omerfarukozgur.com/wp-content/uploads/2017/10/omerfarukozgur-300x97.pngÖmer Faruk Özgür2012-12-14 19:28:212012-12-14 19:28:212013 AB Yolunda Genç İletişimciler Yarışması İçin Gölyaka Meslek Yüksekokulu’nda Öğrencilerle Buluştuk
Bugün sizlerle paylaşmak istediğim yazı gündeme ilişkin önemli bir konu. Malum yakın zamanlarda damacana sularla ilgili çok önemli bir gelişme oldu. İstanbul’da damacana su satışı yapılan 55 firmanın sadece 14’ü temiz çıkmış, 41 tanesi ise insan sağlığı açısından tehlikeli ( mikrop, bakteri vb) barındırıyormuş.
Konu ile ilgili habere aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.
Ben de bu olaya işin kriz yönetimi açısından; yapılması gerekenler ve yapılmaması gerekenleri yazmak istedim. Hem bir durum tespiti hem de halkla ilişkiler konusu ile ilgili bir kişi olarak kriz yönetimi ilkeleri açısından yapılması gerekenlere ilişkin görüşlerimi paylaşmak istedim.
Gündeme ilişkin bir konu olduğu için önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir aksilik olmazsa bugün (28 Temmuz 2012 ) Sağlık Bakanlığı tarafından sağlıksız su satışı gerçekleştiren firmaların isimleri kamuoyuna duyurulacak.
Bu arada firma isimlerini kamuoyuna duyurma geleneği malum “Sahte Bal” krizi ile başlamıştı. Bu manada bakanlığın attığı bu adımı ve uygulamayı da çok önemli bulduğumu belirtmeliyim.
Şimdi gelelim konunun içeriğine;
Diyelim ki A firması Türkiye çağında bilinen bir marka. Sağlık Bakanlığı tarafından açıklana listede ismi var. Yani sularında insan sağlığına zararlı olan bakteri vb unsurlar bulunmuş. Ne yapmalı ve ne yapmamalı.
Bunları Ölseniz Yapmayın :
1. Sakın olayı inkar etmeye kalkmayın.
“Bizim adımız çıkmış ama biz öyle bir firma değiliz. Vallaha” demeyin. İnsanlar yegane amacı “kar elde etmek” olan bir firmaya değil, kar amacı gütmeyen devletin bakanlığına inanırlar. Haberiniz olsun.
2. Sorumluluğu başkasına atmayın.
Olayın gerçekleştiğini kabul ederken sakın olayı basit bir çalışanın hatası gibi yansıtmayın. Yani “dolum tesisinde bir çalışanın yaptığı klor düzeyini ayarlayamamışız, o sebepten oldu” demeyin. Bizi ilgilendirmez, kamuoyu buna da inanmaz.
3. Olay yokmuş gibi davranmayın.
Kriz dönemlerinde en sık yapılan hatalardan biridir. Sanki bir şey olmamış gibi davranma. Emin olun satışlarınız düşünce çok üzülürsünüz. Ancak yapacak bir şey olmaz.
4. Olayı sakın küçümsemeyin.
Hele hele söz konusu olan insan sağlığı ise. Her konunun farklı farklı önemi olduğu bir gerçekliktir. Bunlardan en önemlisi de insanın sağlık ve sıhhatidir. Dolayısı ile bu konuyu sakın küçümsemeyin.
5. Olayla ilgili firmanızdan birden fazla kişinin açıklama yapmasına kesinlikle izin vermeyin. Firmanız adına sadece yetkili ismin konuşmasını sağlayın.
6. Olaydan sonra sakın marka isminizi değiştirmeyin.
Kriz yaşandı diye yıllardır hizmet verdiğiniz marka adını kapatıp yeni bir isimle piyasaya girmeye çalışmayın. Çünkü siz gizleseniz de satışınızı yapan bayiler de bunu yapabilir. İnsanlar da bunu yapabilir. Bu “B markası ama aslında A Markası’nın devamı” derler.
Şimdi gelelim yapılması gerekenlere;
Bunları da kesinlikle yapın:
1. Dürüst olun ve özür dileyin.
İnsanlar dürüst insanları büyük hataları dahi olsa affedebilirler. Yeter ki samimi olduğunuza inansınlar. Sizden sürekli su satışı yapan insanlar ve firmalara broşürler, telefonlar mümkünse yüz yüze ulaşarak özür dileyin ve bu manada kesinlikle samimi olun.
2. Bu krizi oluşturan sebepleri hemen bulun ve çözün.
Sorunun kaynağının ne olduğunu tespit etmek için uzmanlardan oluşan ekipler oluşturun, suyunuzun kaynağında, dolum tesislerinde, damacanaları ürettiğiniz veya satın aldığınız yerlerde ve firmalarda detaylı tespit çalışmaları yapın. Mümkünse bu çalışmalarda ekibinize devletin de temsilcilerini dahil edin. Sorunun çözümü için ne gerekiyorsa yapın. Eper markanız yaşasın istiyorsanız, büyük bedeller dahi olsa ödemeyi göze almalısınız. Büyük marka olmak böyle olunur.
3. Hemen piyasadaki ürünlerinizi geri çekin, kullananlardan da ücretsiz bir şekilde sularınızı iade etmelerini isteyin.
Hatta bu işi siz yapın. Kapı kapı ürünlerinizi toplayın. Bu onların sağlığına verdiğiniz önemi gösterir.
4. İnsanların bilgi alabileceği danışma hatları kurun.
Bu hatlarda telefon kayıtları veya mekanik ses değil, kanlı canlı insanlar olsun. Çünkü insanlar mekanik sesleri değil insan sesi duyduklarında daha çok rahatlarlar ve firmanıza inanırlar.
Kriz sürecini yürütmek için daha önceden hazırladığınız “kriz planlarına” sadık olun. Aklı selim davranın. Panik yapmayın. Panik krizin bir numaralı yardımcısıdır.
6. Firmanızdaki sağlığa ilişkin düzenlemeler tamamlanana kadar satış yapmayın.
Bu size belli düzeyde ekonomik kayıp yaşatabilir. Ancak böyle yapmanız insan sağlığına paradan daha fazla önem verdiğinizin güzel bir göstergesidir.
Firmanızın kaynaktan şişeleme aşamasına kadar geçirdiği süreçleri internetten kamuoyuna canlı şekilde izlenebilir hale getirin.
Tesislerinizi devletin denetimine ve serbest denetçilere açın. Ne kadar şeffaf olursanız kamuoyu o kadar yanınızda olacaktır.
Tüm bu satırları yazarken özellikle hatırlatmak istediğim bir husus var. Kriz yönetimini insanları kandırmak veya insanların algısını yönetmekten ibaret zannedenlere söylenmesi gereken bir şey var: Kriz yönetimi insanları kandırmak değildir, krize sebep olan hususları çözüme kavuşturup kurumun itibarını koruma ve iyileştirme çalışmalarıdır.
Bu sebeple ismi bu kara listede yer alan firmaların yapması gereken; temelde ürün ve hizmetlerinin kalitesini sağlamak ve insanların sağlığını tehdit etmeyen ürün ve hizmeti sunmaktır.
Yoksa ürün veya hizmet kötü olduktan sonra kriz yönetimi sizi kurtarmaz, kurtarmamalıdır da.
Hadi bakalım zaman gösterecek, hangi firma krizi ne şekilde yönetecek…
https://www.omerfarukozgur.com/wp-content/uploads/2017/10/omerfarukozgur-300x97.png00Ömer Faruk Özgürhttps://www.omerfarukozgur.com/wp-content/uploads/2017/10/omerfarukozgur-300x97.pngÖmer Faruk Özgür2012-07-28 13:59:012012-07-28 13:59:01Damacana Hadisesi ve Kriz Yönetimi Üzerine