Hey gidi Devlet-i Aliye -i Osmaniyye… Ne yüce ahlak sahibi imişsiniz.

“Oğlum içimizde adam olmak, bu yüzden geçinmek ve feyz almak istersen, işine devam etmek, ustanın sözünden çıkmamak, onu hoşnut etmek, yalan söylememek, kimseye özür ve hile yapmamak, namâzına devam ve dinî vazifelerine dikkat ederek ticaretini yürütmek, gelen müşterilerin büyüklerine, ihtiyarlarına peder ve vâlide, gençlerine birâder ve hemşîre muâmelesi göstermek lazımdır. Seni göreyim oğlum”
Yukarıdaki satırlar Osmanlı loncalarında bir çocuk merasimle işe başlarken, kendisine lonca kethüdası tarafından bulunulan nasihat imiş.
Sanki bir babanın evladına nasihati gibi.
Ticaretten bahsediyor ama namaza devam dini vazifeyi aksatma diyor.
İşini yaparken hile karıştırma diyor.
Ustanın sözünden çıkma ki “usta – çırak” ilişkisi bozulmasın diyor.
Hey gidi Osmanlı, üzerinden asırlar geçmesine rağmen medeniyette 2016 dünyası senden geride.
Osmanlı ile ilgili öğrendiğim her yeni bilgide, hayretler içinde kalıyorum.
Ne büyük saadet böyle bir ecdadın torunları olabilmek.
Rabbim makamınızı ali eylesin ecdad, bizleri de sizlere layık torunlar kılsın. Amin.

Anne Sevginiz Kaç Ayar? Kaç Karat?

Başlık biraz tahrik edici ve manipülatif gözükebilir, hatta öyle de.
Ama bunlar benim savunduğum görüşler değil tabii ki.
Sadece bugün gelen bir reklam mesajının bana düşündürdükleri.
Telefonuma gelen mesajı aynen paylaşıyorum:
” Mağazamıza gel. Anneler gününde anneni ne kadar sevdiğini göster. ABC KUYUMCULUK”
O kadar rahatsız oldum ki bu mesajdan.
Zaten tüketiciye emir veren reklamlara ifrit olurum.
Şunu yap, çabuk ol, sakın zap yapma, benim ürünümü al, gel annene olan sevgini altın alarak göster gibi kaba saba mesajlar tepemi attırıyor.
İçimden “ Ey firmalar tüketici sizin yukarıdan aşağıya emir vereceğiniz köleler değil” diyesim geliyor, sonra bu düşüncemi içime atıp devam ediyorum.
Sonuçta çoğu böyle yapıyor hangi birine söyleyeyim?
Kapitalist ve materyalist sistemin bizi ne hale getirdiğine mi kızsam, yıllarımı verdiğim halkla ilişkiler disiplininin de bu gibi mesajların hazırlanmasına verdiği katkıya mı üzülsem, yitirdiğimiz değerlerimize mi üzülsem bilemedim.
Diyor ki bana ABC Kuyumculuk, anneni ne kadar seviyorsun?
Çok mu, o halde şimdi kalk yerinden, mağazamıza gel.
Kredi kartını tak pos makinesine ve annene olan sevginin kaç haneli karşılığı var görelim.
Desem ki “anneme olan sevgim sizin dükkanınızdaki altınların hepsinin maddi değerinden daha çok”
Ya da; “Bana bütün bu dükkandaki altınları vereceğini söyleseniz, annemin sevgisinin yanında bu çölde kum tanesi gibi kalır” desem acaba Çoklar Kuyumculuk satış personeli bana nasıl tepki verir?
Anneler günü, babalar günü gibi günlerin satış pazarlama alanında önemli bir araç olduklarını biliyoruz.
Çok şükür ki ailemizde böyle günlerde birbirimize sevgimizi anlatmak için hediye almıyoruz.
Hatta bugünlere özel “seni seviyorum” deme ihtiyacı da duymuyoruz.
Çünkü anne veya babama sevgimi göstermek için Mayıs ayının ikinci pazarını beklememe gerek yok.
Annemi, babamı geçen pazar da seviyordum, ondan önceki pazar da, 20 yıl önceki pazar da.
O yüzden bugünlere özel tekrar hatırlatmama gerek yok.
Ve ne mutlu ki, ne çok kıymetli babacığımın, ne de çok kıymetli anacığımın da biz evlatlarından böyle bir talebi yok.
Hatta acaba anacığım böyle bir günde bir hediye ile anılmak ister mi diye bir sefer kendisine sorduğumda “ Yok oğlum ne gereği var, bizi ne kadar sevdiğinizi biliyoruz, özel bir güne gerek yok” demişti kocaman yüreği ile.
Canım anacığım.
Demem o ki ABC kuyumculuk ve benzeri pırlanta, değerli eşya mağazaları, anacığım gibi bilinçli, materyalizmin tuzaklarına düşmemiş, tasarruf ve kanaatın zirvesini yaşamış, hayatlarında geçimlerini helal yoldan kazanmış, parayı zor kazanıp zor harcamış, sevdiklerine sevgisini materyal unsurlarla, beyaz eşya ile, altınla, pırlanta ile değil bilakis sevdiklerine verdikleri değer ve davranışlarla gösteren bir neslin çocuklarını bu reklamlarla etkileyemezsiniz.
Bence strateji değiştirin.
Bizlerin anne ve babasına duyduğu değer karatla, altın gramı veya ayarı ile ölçülmüyor.
Yani sizin anlayacağınız bizden size ekmek çıkmaz vesselam…

Aristoteles’ten Aklımda Kalanlar

Değerli okuyucu, bu yazımda sizlere Aristoteles’in hep okumak istediğim “Retorik” adlı eserini  nihayet okuduktan  sonra aklımda kalan bazı söylemlerini sizinle paylaşmak istiyorum.

Öncelikle kısaca Aristoteles hakkında bilgi verelim ardından alıntılarımı sizinle paylaşayım.

Aristoteles İ.Ö 384’te Stagiros’ta ( Makedonya) doğdu. İ.Ö 322’de Euripos boğazı yakınındaki Khalkis’te öldü. Antik Yunan felsefesinin en önemli isimlerindendir. Akılcı yaklaşımı ve bilimsel görüşleriyle, felsefede gerçekçiliğin “babası” ve mantık biliminin öncüsü olarak kabul edilir.

Aristoteles’in başlıca yapıtları: Fizik, Doğa Üzerine Küçük Yazılar, Büyük Etik.

Türkçe’ye çevrilmiş eserleri: Metafizik, Poetika, Politika, Retorik.

***

“İyi insanlara ötekilerden daha tam ve kolay bir şekilde inanırız.: sorun ne olursa olsun bu  genellikle doğrudur, tam bir kesinlik olanaksızsa ve fikirler bölünmüşse mutlak olarak doğrudur.” Aristoteles

***

” Bazı yazarların retorik üzerine kitaplarında varsaydıkları gibi, konuşmacının gösterdiği kişisel iyiliğin onun inandırma gücüne hiçbir şey katmadığı doğru değildir; tersine karakterinin, sahip olduğu en etkili inandırma yolu olduğunu söyleyebiliriz?” Aristoteles

***

“Yasaya aykırı, bilerek isteyerek yaptığımız zararlı ve kötü işlerin nedenleri 1. kusur 2. kendini kontrol noksanlığıdır. Çünkü bir insanın başkalarına karşı yaptığı şeyler, o insanın sahip olduğu kötü nitelik ya da niteliklere denk düşer”.
Aritoteles

***

“Hırslı insan onur adına kötülük işler, tez canlı insan öfkeden, zafer tutkunu zafer adına, gücenik insan öç aşkıyla, aptal insan doğru ve yanlışın ne olduğu hakkında yanlış yönlendirildiği için, utanmaz insansa insanların kendisi hakkında ne düşüneceğine aldırmadığı için kötülük işler, geriye kalanlar için de aynı şey- bir insanın başkalarına karşı işlediği kötülük onun belli karakter hatalarına denk düşer” Aristoteles

***

“Bir insanın başkalarına karşı işlediği kötülük onun belli karakter hatalarına denk düşer.” Aristoteles

***

“Gençlerin sert karakterli ve güçlü bedensel arzulara sahip olacağı açık gerçek, yine de , gençlikten değil, öfke ve bedensel arzudan dolayı böyle hareket ederler”.  Aristoteles

***

“Bütün öç alma eylemleri hırsa ve öfkeye bağlıdır.
Öç alma ve cezalandırma farklı şeylerdir.
Cezalandırma, cezalandırılan kişinin iyiliği için yapılır; öç almaysa cezalandıran kişinin iyiliği için onun duygularını temin etmek için” Aristoteles

***

“Güç bakımından bizim çok üstümüzde olan kimselere nispeten daha az kızarız yada hiç kızmayız” . Aristoteles

***

“Sevilmek de hoştur, çünkü bu da sizi kendinize, iyiliğin, duyarlığı olan her varlığın sahip olma arzusu duyduğu bir şeyin sahibi gibi gösterir: sevilmek, insanın kendi kişisel niteliklerinden dolayı değerlendirilmesi demektir”. Aristoteles

***

“Hepimiz kendimize düşkün olduğumuz için, bundan kendimizin olan şeyin hepimize hoş geleceği sonucu çıkar, kendi yaptıklarımız, ettiklerimiz ve kendi sözlerimiz gibi.

İşte bunun içindir ki, genellikle dalkavuklarımıza(aşıklarımıza) düşkünüzdür, çocuklarımıza da düşkünüzdür, çünkü onlar bizim kendi eserimizdir.” Aristoteles

***

“Öfke, bir insanın kendisiyle yada arkadaşlarıyla ilgili şeye haksız yere yöneltilmiş apaçık bir saygısızlıktan dolayı apaçık bir öç almaya, acı eşliğinde bir dürtü olarak tanımlanabilir”. Aristoteles

***

“Üç tür küçümseme vardır: Hor görme, garez, küstahlık” Aristoteles

***

” Küstahlık bir tür küçümsemedir, çünkü size bir şey olabilsin yada size bir şey olduğu için değil de, sırf getireceği zevk için kurbanda utanç duygusuna neden olacak şeyler yapmayı yada söylemeyi içerir.

Küstah insanın aldığı bu zevkin nedeni, başkalarına kötü davranırken kendini onların çok üstünde düşünmesidir. Gençler ve zenginler işte bunun için küstahtır, küstahlık gösterdikleri zaman kendilerini üstün görürler” Aristoteles

***

“Hastalık, yoksulluk, aşk, susuzluk yada doyurulmamış başka arzular nedeniyle üzülen, acı çeken insanlar öfkelenmeye hazırdırlar, kolaylıkla tahrik olurlar: özellikle de içinde bulundukları sıkıntılı durumu küçümseyenlere karşı.

Yani hastalığına aldırılmayan bir hasta, yoksulluğuna aldırılmayan bir yoksul, verdiği savaşa aldırılmayan bir insan, aşkına aldırılmayan bir aşık.” Aristoteles

***

“Uğradığımız talihsizliklere sevinen yada talihsizliklerimiz karşısında keyiflerini bozmayanlara kızarız çünkü bu ya bizden nefret ettiklerini yada bizi küçümsediklerini gösterir. Bir de bize verdikleri acıya kayıtsız kalanlara: kötü haber getirenlere kızmamızın nedeni budur” Aristoteles

***

“Beş sınıf insan karşısında bizi küçük düşürenlere kızarız:
1. Rakiplerimiz
2. Hayranlık duyduğumuz kimseler
3. Bize hayranlık duymasını beklediğimiz kişiler
4. Büyük saygı duyduğumuz kimseler
5. Bize büyük saygı duyan kimseler;
herhangi biri bu kişiler önünde bizi küçük düşürürse özellikle kızarız.” Aristoteles

***

“İyiliğe karşılık vermeyenlere kızarız, çünkü böyle bir küçümseme haklı görülemez” Aristoteles

***

Unutmak ve Doğurduğu Öfke Üzerine

“Unutkanlık da öfke doğurur, örneğin, önemsiz bir şey de olsa adımız unutulduğunda olduğu gibi; çünkü unutkanlık, küçümsendiğimizin bir başka belirtisi gibi gelir; önem vermemek yüzündendir, önem vermemekse bizi küçümsemektir”
Aristoteles

** *

“Dostluğa neden olan şey şunlardır:
1. iyilik yapmak,
2. bunu istenmeden yapmak,
3. yapıldığında bunu açığa vurmamak ( bu da başka herhangi bir nedenle değil de kendimiz için yapıldığını gösterir bunların )”

Aristoteles

***

“Haksız yere güç ve kuvvet sahibi olmak tehlikelidir, çünkü adaletsiz insanı adaletsiz yapan şey , onun kötülük yapma niyetidir” Aristoteles

 

***

“Rakibimiz olanlardan korkarız, her ikimiz de o şeye aynı zamanda sahip olamayacağımız için korkuya neden olurlar bizde; çünkü bu tür insanlarla her zaman savaştayızdır”
Aristoteles

***

“İnsanları yüzlerine karşı övmek, bir insanın iyi tarafını abartılı şekilde övüp zayıf taraflarını olmadık anlamlar vererek yüceltmek, beraberken üzüntülerine aşırı yakınlık göstermek ve buna benzer şeyler, bütün bunlar dalkavukluğun belirtileridir.” Aristoteles

***

“Acıma hissi duyabilmek için en azından bazı kişilerin iyiliğine inanmamız gerekir. Hiç kimsenin iyi olmadığın düşünürseniz, herkesin kötü yazgıya layık olduğuna inanırsınız.”

Aristoteles

***

Aristoteles’in Gençler İle İlgili Tespitleri

  1. Genç insanların güçlü tutkuları vardır ve bunları hiç ayrım gözetmeksizin doyurmak isterler.
  2. Arzularında değişken ve maymun iştahlıdırlar, bunlar devam ettiği sürece şiddetlidir, fakat kolayca geçer, dürtüleri canlı fakat köklü değildir, hastaların açlık ve susuzluk nöbetlerine benzerler.
  3. Sert huyludurlar, öfkeleri burunlarındadır, öfkelerini dizginleyemezler; kötü huy onlara çoğu kez üstün gelir, çünkü onurları yüzünden küçümsenmeye dayanamazlar ve kendilerine haksız davranıldığını düşündüklerinde hiddetlenirler.
  4. Birçok kötülüğe henüz tanık olmadıkları için her şeyin kötü yanından çok iyi yanına bakarlar. Henüz çok sık aldatılmadıkları için başkalarına kolayca güvenirler.
  5. Yaşamları anılarla değil, daha çok beklentilerle geçer; çünkü beklenti geleceği gösterir, anıysa geçmişi.
  6. Mahçupturlar, içinde yetiştikleri toplumun kurallarını benimserler ve herhangi bir başka onur ölçüsüne henüz inanmamamktadırlar.
  7. Yaşamın tokadını henüz yemedikleri ve zorunlu sınırlamalarını henüz öğrenmedikleri için görkemli yüce tasarıları vardır.
  8. Bütün hatları her şeyi aşırı ve ateşli bir biçimde yapmalarındandır.
  9. Her şeyi bildiklerini sanırlar, bu konuda her zaman oldukça emindirler kendlerinden, aslında bu nedenle her şeyi gereğinden fazla yaparlar.
  10. Eğlenceye düşkündürler, bu yüzden de hazırcevaptırlar, hazırcevaplık da terbiyeli küstahlıktır zaten.

Aristoteles

Anne – Babanın Evlatları Üzerindeki Talepleri Hakkında Bir Temenni

Bu yazıda, okuduğum bir kitapta geçen bir alıntının bana düşündürdükleri ile ilgili düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.

Öncelikle alıntıyı paylaşayım:
“Psikanalizin bize öğrettiği şey, arzularımızın daima ayrılmaz bir biçimde başkalarının arzularına bağlı olduğudur.
İlk etapta bunlar ebeveynlerimizin arzularıdır.Çünkü ebeveynler başarılı ve tatminkar bir hayata ilişkin bütün umut ve isteklerini yeni doğmuş çocuklarına yüklerler, fakat ayrıca kendi doyurulmamış rüyalarını ve büyük amaçlarını da çocuğa yüklerler”.

Bu cümlelerden sonra düşündüm.

Gerçekten de birçok anne baba böyle yapmıyor mu?

“Örneğin ben okuyamadım, oğlum okusun.”

“Ben doktor olamadım, kızım doktor olsun bizi muayene eder.”

“Ben şunu yapamadım, oğlum yapacak” gibi onlarca cümle kimi zaman dilimizin ucuna gelir, kimi zaman söylemesek de aklımızın bir köşesinde bu vardır.

Oysa ki dönüp sormayız çoğu zaman ” acaba sen ne olmak istersin?, hangi işte daha mutlu olursun, sen hayatını nasıl sürdürmek istersin ?” diye.

Netice itibari ile diyorum ki evlat sahibi olan anne ve babalar lütfen evlatlarınızı kendi yaşamadığınız (bir manda size nasip olmamış) hayatı yaşamaya zorlamayın.

Bunun yerine hayatına ilişkin temel çizgileri çizip onun içinde evlatlarınızın hayatını yaşamasına izin verin.

Hayata ilişkin temel çizgiler ne olabilir?

Örneğin ” Oğlum/ kızım helal lokma ye, haram kazanç sağlama”,

“Oğlum / kızım yaptığın işten, seçtiğin meslekten insanlar zarar görmesin, insanların faydasına işlerle meşgul ol”,

” Oğlum / kızım vatana millete hayırlı işlerle meşgul ol” gibi temel çizgiler olabilir.

Bence bu konu geleceğimiz açısından çok mühim.

Bu manada buradan meslek seçimimde, hayatımı sürdüreceğim tercihleri belirlemede bana ” helal kazanma” ve “ülkesine ve milletine faydalı olma ” dairelerinin önemini vurgulayıp bu daire içinde beni serbest bırakan bir anne ve babaya sahip olduğum için ne kadar şükretsem az.

İnşaAllah ben de kendi evladımı “helal kazanma” ve ” vatana millete faydalı olma” çerçevesi içinde serbest bırakan bir baba olurum.

Bu yolda yürümeye niyetliyim.

Bu bile önemli bence…

Gerçeğin İnşasında Söylemin Rolü ve Kişilerarası İletişim Üzerine

Değerli Okuyucu,

Burada yazdıklarım bugün okuduğum bir kitap üzerine aklıma gelenlerden ibaret.

Yazımın sonunda da kişilerarası iletişime ilişkin küçük bir tespitimi paylaşacağım. Belki okuyanlardan bir veya birkaçının işine yarayabilir.

Okuduğum bir kitapta şöyle bir paragraf geçiyor : “ Emile Benveniste’ye göre; “gerçeklik”, dil aracılığı ile yeniden yaratılır. Konuşan kişi söylemiyle olayı ve olaya ilişkin deneyimini yeniden oluşturur. Dinleyen kişi de önce söylemi algılar ve bu söylem aracılığı ile olayı yeniden oluşturur. Böylece dilin işleyişine özgü bir durum olan söz alışverişi ve söyleşi, söylem edimine ikili bir işlev yükler: Konuşucu için gerçekliği gösterir, dinleyici için bu gerçekliği yeniden yaratır”.

Şimdi bu satırlar üzerine elbette uzun uzun konuşulabilir.

Kısaca söylemek gerekirse benim bu cümlelerden ilk anladığım aslında bizim bir vakıa ( olay ) vuku bulduğunda yani gerçekleştiğinde algıladığımız ile işin içine bir de bu fiile taraftar olan birilerinin vakıa ile ilgili açıklamaları girdiğinde bizim gözümüzle gördüğümüz gerçeklik başka bir gerçekliğe dönüşüyor.

Cümle biraz felsefi oldu sanırım. Bir örnekle daha anlaşılır kılmaya çalışayım.

Varsayalım ki bir arkadaşımıza “Ahmet’i gördün mü?” diyelim.
Arkadaşımız da bize Ahmet’i görmesine rağmen “ Hayır Ahmet’i görmedim” desin.

Biz de peki deyip yanından ayrılalım. Aradan bir hafta geçtikten sonra arkadaşımız gelip bize “ Bir hafta önce sana Ahmet’i görmedim demiştim ama ben o gün aslında Ahmet’i görmüştüm. Kusura bakma” dediğini varsayalım.

Şimdi buradaki gerçeklik ne?

“ Arkadaşımızın bize Ahmet’i görme durumu ile ilgili yalan söylemiş olması” değil mi ?

Peki bunu aklımızda tutalım.

Biz de arkadaşımıza soralım “Niye bana yalan söyledin?” .
O da bize desin ki “ Evet sana yalan söyledim, ama bir sor niye?” ( Bu arada bu Türk filmlerinin değişmez repliklerinden biridir. Ne kadar duysam da her işittiğimde beni bir gülme alır).

Şimdi dikkat buyurunuz burada Benveniste’nin bahsettiği söylemle gerçekliğin inşası devreye giriyor.

Acaba arkadaşımızın bize söylemiş olduğu yalan gerçeği bakalım söylemden sonra değişecek mi?

Arkadaşımız bize cevaben şöyle desin “ Senin Ahmet’le o gün aranızda bir sürtüşme yaşadığını öğrenmiştim ve senin ona bir kötülük yapıp, pişman olacağın bir iş yapmanı engellemek için sana Ahmet’i görmediğimi söyledim” .

Bu durumda arkadaşımızın bize söylemiş olduğu yalan gerçeği, araya giren bir söylem sonrası bir anda değişmedi mi ?

Ben arkadaşımı dinledikten sonra düşünsem ve desem ki “ İyi ki Ahmet’in yerini söylememiş, yoksa elimden bir kaza çıkacaktı”.

Bu sefer arkadaşımın bana yalan söylemiş olduğu gerçeği arkadaşımın söyleminden sonra değişti.

Ben aynen Benveniste’nin söylediği gibi işittiklerim sonrası bu olaya karşı gerçeklik algımı değiştirdim ve yeni bir gerçeklik kurdum.

Yani söylem sonrası konuya ilişkin gerçeklik algım değişti.

Bana yalan söylediği için arkadaşıma kızan ben, iyi ki bu konu ile ilgili yalan söylemiş yoksa şimdi pişman olacağım bir işi o sinirle yapacaktım diye düşünebilirim.

Burada aklıma çok sevdiğim Ziya Paşa’nın bir sözü geldi :
“Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde”

Çok sevdiğim bir sözdür. Kişinin söylemine değil yaptıklarına bakılması gerektiğini anlatır.

Ama şimdi Benveniste’nin bu yaklaşımını okuduktan sonra Ziya Paşa’nın bu sözünü de bir daha düşünmek gerekecek.

Çünkü kişinin bir konu ile ilgili söylemi de bir işin yapılma veya yapılmama durumuna ilişkin algımızı ciddi şekilde yönlendirebilir.

Yani birisi bir işi yapamamış olabilir, işinde hatalar olabilir. Ancak bununla ilgili söylemi devreye girdiğinde iş ile ilgili gerçeklik algımız değişebilir.

Örneğin sınavdan düşük not alan bir öğrenci düşünelim.

Finalde FF almış olsun.

Öğrenci durumunu açıklamadan önce gerçekliğimiz “ öğrencinin sınavdan başarısız olduğu” şeklindedir ve doğrudur. Çünkü Ziya Paşa’nın deyişi ile “ kişinin işi ortadadır, FF”.

Ancak öğrenci yanımıza gelse ve dese ki “ Hocam kusura bakmayın, sınavdan FF aldım ama bir hafta önce ailemizde ciddi bir sorun yaşandı. Bu yüzden çok ilgi duymama rağmen dersinizin finaline çalışamadım, çünkü psikolojik olarak çok etkilenmiş ve yıpranmıştım.”

Şimdi bu açıklamadan sonra diyebilir miyiz ki öğrencinin açıklaması yani söyleminden önce var olan gerçeklik ile söyleminden sonraki gerçeklik tamamen aynıdır.

Evet neticede öğrenci dersten bütünlemeye kalmış olabilir. Ancak bizim bu gerçekliğe ilişkin öğrencinin söylemi öncesi ve sonrası algımız kesinlikle farklı olacaktır.

Biz dinlediklerimizden sonra “Evet dersimden bütünlemeye kalmış ama çalışamadığı için böyle olmuş” şeklinde var olan gerçekliği aynen Benveniste’nin dediği gibi tekrar inşa ediyoruz.

Şimdi gelelim yazımın başında söz verdiğim kişilerarası iletişimde bu konunun önemine.

Bu yazdıklarımdan benim çıkardığım sonuç şu : Kişiler arası iletişimde var olan bir olayı örneğin arkadaşınızla aranızda tartışmaya sebep olan bir olayı sadece sizin gördüğünüz açı ile değerlendirmek hatalı bir davranış.

Sizi üzen bir olayla ilgili karşı tarafa “Ben bu olaydan şu sonucu çıkarıyorum ama sen bu maksatla mı yaptın bu davranışı veya yanlış mı anladım, ya da bu davranışı gösterme maksadın nedir?” gibi bir açıklama fırsatı vermek gerekiyor.

Belki karşı tarafın yapacağı açıklama yukarıdaki örneklerde olduğu gibi sizin “gerçek” diye algıladığınız bir durumu temelden değiştirecek.

O yüzden daha önce de söylediğim gibi “ İletişim önemli azizim. İletişim önemli…”

Bir konu hakkında hüküm vermeden önce konuya dahil olan kişileri dinleyip gerçekliğimizi ona göre inşa etmeli.

Yoksa kişilerarası iletişimde ciddi iletişim kazalarına sebep olabiliriz.

Anneliğin Dünyanın En Zor Mesleği Olduğu Bu Kadar İyi Anlatılır

Değerli takipçiler,

Bu yazımda sizlerle bir video paylaşmak istiyorum.

Görev yapmakta olduğum okulda öğrencilere ders kapsamında  örnek olsun diye “iş görüşmesi” konulu videoları araştırırken aşağıdaki videoyu gördüm.

Bir iş görüşmesi yapılıyordu bu videoda.

Önce insanlara sahte bir iş ilanı hazırlanmış ve internet ortamında bu ilan yayınlanmıştı.

Sonra web üzerinden görüntülü olarak insanlarla mülakat yapılıyordu.

Mülakat esnasında yapılan iş tanımı aslında her annenin bir çocuk büyütürken harcadığı emeği ve özveriyi anlatıyordu.

Ve insanlara annelik şeklinde özetlenebilecek bu iş pozisyonunda çalışıp çalışmayacakları soruluyordu.

İş başvurusu yapan adayların yanıtlarını videoda bulacaksınız.

Videoyu öğrencilerimle de paylaştım.

Annelerinden uzak olduklarını düşündüğüm öğrencilerin bazılarının gözlerinin ağlamaklı olduğunu dahi gördüm.

Demek ki video vermek istediği duyguyu iyi bir şekilde yansıtıyor.

Hazırlayanların ellerine sağlık.

Çok güzel bir çalışma olmuş.

Beğenilerinize sunuyorum.

İyi seyirler.

Kadın ve Erkeğin Sosyal ve İletişimsel Farklılıkları Üzerine Etkili Bir Seminer Videosu

Değerli takipçiler,

Bugün burada sizlerle bir seminer videosu paylaşmak istiyorum.

Seminerin asıl başlığı “Kadın ve Erkek Arkeolojisi” adını taşıyor.

Semineri veren benim de mensubu olduğum Düzce Üniversitesi’nde profesör olarak görev yapmakta olan İdris Şahin hocamız.

İletişim derslerinde küçük başlıklar halinde kadın ve erkeğin iletişimsel farklılıklarına ben de değiniyordum.

Bu konu hakkında detaylı bilgi almak isteyenleri bazı  kitaplara yönlendiriyordum.

Artık bu konuda hızlıca bilgi isteyenlere aşağıda sizlerin de istifadesine sunduğum videoyu da paylaşacağım.

İdris hocamızın enerjik sunumu ile birlikte kadın ve erkeğin psikolojik, sosyal ve iletişimsel farklılıkları üzerine keyifli bir video.

Hocamızın eline, zihnine, diline sağlık.

İlgilenenler için keyifli seyirler…

 

 

 

 

Kişilerarası İletişimde İkna İçin Temel Bir Kural: “ Gerekçe sunmak, ikna eder”

Bu yazımda kişilerarası iletişimde ikna süreci ile ilgili önemli bir kuralı uygulamalı bir örneği ile açıklamak istiyorum.

Kişilerarası iletişimde temel kurallardan biri şudur “ eyleme geçirmek istediğiniz kişiye eyleme geçirmek istediğiniz iş için sebep gösterin”.

Bu kuralı kitaplarda okumuştum.

Ancak uygulamalı bir örneği ile kendi ailemde karşılaşınca bu sözün doğruluğunu daha iyi anlamış oldum.

Hikaye ben ve oğlum arasında geçiyor.

Rabbimin bize lütfu olduğunu düşündüğüm 4 yaşına yeni girmiş bir oğlum var.

Kendisi  sanırım  daha çok erkek çocukların sahip olduğunu düşündüğüm bir özelliğe sahip “inatçılık”.

Oğlumun en sevdiği şeylerden biri sanırım bir yere giderken benim kucağımda seyahat etmek.

Hiç yalana gerek yok. Benim de evladımı kucağıma almak beni çok mutlu ediyor.

Ancak oğlum şu sıralar yaklaşık 14 kilo civarında ( maşaAllah) ve artık onu kucağımda taşımak biraz yorucu olmaya başladı.

Bununla ilgili kendimce bir karar aldım. Artık çok mecbur olmadıkça onu kucağıma almama kararı.

Ancak bunu ona anlatmak zor oldu.

Her dışarı çıktığımızda o kucağıma gelmek istiyor. Ben ise “hayır, kucak yok, yürümelisin” diyordum.

Ve sonuç oğlumun ağlamalarına dayanamayan benin, onu kucağıma alması ile son buluyordu.

Ancak bir gün gerçekten kolumun oğlumu taşımanın da verdiği sıkıntı ile ağrıdığını hissettim.

Oğlum yine dışarı çıktığımızda “baba kucak al” dedi.

Ben de plansız bir şekilde “ oğlum babanın kolu acıyor, seni kucağa alamaz, yürür müsün?” dedim.

Sonuç, memnun olmasa da ağlamadı ve yürüdü.

Sonra birkaç kez daha aynısı oldu, ben de istikrarlı bir şekilde kolumu da göstererek “oğlum, kolum acıyor o yüzden yürümelisin” dedim.

Artık oğlum daha az kucak demeye ve daha fazla yürümeye başladı.

Elbette arada mutlaka kucağa alıyorum.

Bu hem benim hem onun için bir terapi gibi .

Ancak uzun mesafeli yürümelerde kucağa gelmek yerine yürüyor. Zaten bu onun için de daha sağlıklı. Yürüme ve koçma hareketleri daha sağlıklı oluyor.

Şimdi bu kişisel tecrübeden çıkardığım ve kitaplarda okuduğumu birleştirdiğimde ortaya sonuç çıkıyor “ Bir kişiden bir davranış değişikliği göstermesini istiyorsanız, ona bunun nedenini söyleyin”.

Sadece davranış değiştir demekle olmuyor.

Yani bir çocuk senden bir oyuncak istediğinde “ onu alamam” demek yeterli değil. Bunun yerine “oğlum onu alamayız, çünkü cüzdanım yanımda değil veya pahalı” demek gibi.

Aynı şekilde birisine “ şu kağıyı kapat” diye emretmek yerine “ şu kapıyı kapatır mısın? Dışarından çok ses geliyor” demek daha doğru.

Bu söylediğim kural 3 yaşında çocuk için de 35 yaşında bir kişi içinde 70 yaşında bir amca için de geçerli.

Aynı bir siyasi partinin “bize oy ver” demesi ile “ bize oy ver ki istikrar sürsün” ya da “bize oy ver ki iktidar gitsin yerine biz gelelim” söylemlerinde olduğu gibi.

Hatta dini kitaplarda dahi Allah kullarına iyi insan olmaları gerektiğini anlatırken sadece “iyi insan olun” demez, “iyi insan olun, emirlerime uyun ki ben de sizden razı olayım ve sizi cennetime koyayım” der.

Elbette bu kadar basit bir bağ kurulmaz ancak ben burada kısaca anlaşılsın diye özetledim.

Netice, iletişimde bir eylemin gerçekleşmesini talep ederken karşı tarafa bir sebep / gerekçe / neden belirtmek eylemin gerçekleşme ihtimalini kesinlikle artırıyor.

Denemesi kolay.

Etrafınızdaki kişilere bir iş yaptırmak istediğinizde önce gereke belirtmeden “şunu yapar mısın?” deyin, sonrasında aynı kişiye bir başka zaman aynı eylemi “ şunu yapar mısın, çünkü şöyle oluyor” diye gerekçe belirterek sorun.

Aradaki farkı siz de göreceksiniz.

İletişim önemli azizim…

 

Pratik ve Teori Çatışması Üzerinden Grunig ve Hunt’ın Dört Halkla İlişkiler Modeli Üzerine Kısa Bir Bakış

Pratik ve Teori Çatışması Üzerinden Grunig ve Hunt’ın Dört Halkla İlişkiler Modeli

Bu yazımda halkla ilişkilerin çok temel konularından biri üzerine yazmak istedim. Konumuz bütün halkla ilişkilerle ilgili akademik kitaplarda görebileceğiniz “Halkla İlişkilerin  Dört Modeli” diye ifade edilen mefhumdur.

Benim bu konuyu yazma sebebim ise bazı okumalarımda, bu modelle ilgili anlatılar yapılırken hala şu çelişkinin yaşanması “ acaba hangi model daha iyi, en çok uygulanan model en iyi olanı mı?”.

Bu çelişki aynı zamanda başlığı da açıklıyor, çünkü bu soruların sorulması birçok disiplinin yaşadığı teori ve pratik çatışmasının bir sonucu diye düşünüyorum.

Yazımın sonucunda bu sorunun cevabını kendi görüş açımdan anlaşılır bir şekilde sunmayı ümid ediyorum.

Kısaca “Halkla İlişkilerin Dört Modeli”nin ne olduğuna temel seviyede değinmek faydalı olacaktır.

Bu dört model  genellikle modeli ortaya atan kişilerin isimleri ile birlikte “Grunig ve Hunt’ın Halkla İlişkiler Modeli” şeklinde de anılmaktadır.

Aslında modeller temel olarak halkla ilişkilerin ABD’deki gelişim süreçlerini ve çeşitli dönemlerde farklı biçimlerde yapılan halkla ilişkiler tarzlarını sistemli bir şekilde bir araya getirmektedir.

Bazı çevrelerce ABD’deki halkla ilişkiler tarzlarını açıkladığı iddiası olsa da genel kabul burada bahsedilen halkla ilişkiler tarzlarının dünyanın her yerinde var olabileceği bu yüzden de genel bir halkla ilişkiler teorisi çizme yönünde faydalı olduğudur.

Başlıklar halinde bu dört modeli vermek gerekirse :

  1. Basın Ajansı / Tanıtım Modeli
  2. Kamuyu Bilgilendirme Modeli
  3. İki Yönlü Asimetrik Model
  4. İki Yönlü Simetrik Model

Bu modellerin detay anlatımlarına halkla ilişkilerin temel bir konusu olduğu için burada girmiyorum. Merak eden okuyucular Google’a “Grunig ve Hunt Halkla İlişkiler Modeli” veya “Halkla İlişkilerin Dört Modeli” gibi anahtar kelimeler yazarlarsa rahatlıkla detaylı bilgi elde edeceklerdir.

Şimdi bu dört modele dikkatlice bakıldığında görülecektir ki, tarihsel olarak eskiden yeniye yani 1900’lerden günümüze doğru ilerleyen modeller aynı zamanda bize halkla ilişkilerin sürekli iyiye doğru giden bir anlayışa sahip olduğunu göstermektedir. Yani bu modeller arasında hangisi en iyidir denildiğinde cevap basittir. En iyi model “İki yönlü simetrik”  olarak karşılık bulan modeldir.

Elimizde bir skala olsa ve bir tarafında “propaganda” diğer  tarafında “halkla ilişkiler” dursa ve siz bu skala üzerinde bu modeli sıralamak isterseniz “basın ajansı”  modelini propaganda tarafına, “ iki yönlü simetrik” modeli de halkla ilişkiler tarafına koymalısınız.

Yani günümüzde bir firmada uygulanan halkla ilişkiler stratejileri basın ajansı modeline doğru kayıyorsa orada halkla ilişkiler görünümlü propagandaya yakın bir faaliyet yapılıyordur. Ama aynı firmada “iki yönlü simetrik” bir yaklaşım sergileniyorsa o kurumda halkla ilişkilerin en ideal haline yakın bir halkla ilişkiler faaliyeti uygulandığını düşünebiliriz.

Zaten bizlere bu halkla ilişkilerin dört farklı uygulama şeklinden yola çıkarak bir model sunan bu yaklaşımın mimarlarından James E Grunig yazmış olduğu “Halkla İlişkiler ve İletişim Yönetiminde Mükemmellik” adlı çalışmasında aslı hangi model daha iyi tartışmalarına son noktayı koymuş ve “iki yönlü simetrik” yaklaşımın en ideal halkla ilişkiler modeli olduğunu ve tüm kurum ve kuruluşların bu yaklaşımı sergilemesinin gerektiği ifade etmiştir.

Şimdi akla gelen bir diğer soruya bakalım. Madem “iki yönlü simetrik” yaklaşım daha iyi o zaman herhalde işletmelerin çoğu iki yönlü simetrik yaklaşımı tercih edecektir değil mi? Çünkü aklın yolu bir.

Eğer cevabınız “evet” ise yanıldınız. Maalesef yapılan araştırmalar göstermektedir ki ( Grunig’in mükemmellik ile ilgili kitabına araştırma detayları için bakılabilir) bu dört model arasında en az uygulandığı ifade edilen “iki yönlü simetrik” modeldir.

Peki niye durum böyle, yani işletmeler niçin iki yönlü simetrik yaklaşımı tercih etmiyorlar?

Buna ilişkin sebepleri kendi kanaatime göre bir iki madde halinde açıklamak isterim.

  1. İki yönlü simetrik model, diğer modellere göre uygulaması daha zor ve maliyetli bir modeldir. Çünkü simetrik olmak demek hedef kitlenin duygu ve düşüncelerini tespit etmek demektir.
  2. Hedef kitlenin duygu ve düşüncelerini tespit etmek için araştırma yaptırmak, araştırma sonuçlarını analiz etmek, analiz sonuçlarına göre önerilerinizi yönetime sunmak gerekir. Sunduğunuz önerilerin içinde hele de ek mali kaynaklar gerektiren talepleriniz varsa yönetimi bu parayı ayırmaya ikna etmek hayli zor olacaktır.
  3. İşletmelerin büyük çoğunluğunun yöneticileri dışarından bakıldığında insanların firmaları hakkında ne düşündüğünü önemsediklerinin düşünülmesini isterler ancak gerçekte bunu çok da fazla önemsemezler. Çünkü hedef kitleleri kendi istekleri dışında bir taleple gelme ihtimaline karşı, onların isteklerini hiç duymamak daha işlerine gelir.
  4. Halkla ilişkiler firmalarının veya işletmelerin halkla ilişkiler departmanlarının yaptığı eylemlerin propagandaya yakın olup olmadığını, mesaj içeriklerinin doğru olup olmadığını denetleyen, denetleme sonuçlarına göre etik davranmayan işletmelere veya halkla ilişkilere yönelik cezai uygulama verebilecek bir sistem veya yapılanma bulunmamaktadır. Dolayısıyla işletmeler iki yönlü simetrik yaklaşım yerine basın ajansı modelini benimseyip ona göre davrandıklarında sonucunda ceza almadıkları sürece daha zahmetli ve masraflı olanı değil daha kolay ve ucuz olanı seçme isteğinde olacaklardır.

Belki daha artırılabilir ama ilk aklıma gelenler bunlar.

Peki gelelim sonuca, e ne yapacağız şimdi? İşletmeler iki yönlü simetrik yaklaşımı tercih etmiyorlar diye biz her zaman çok işe yarayan ama bir o kadar ahlaksız bulduğum şu söyleme mi başvuracağız? “ Arkadaşlar iki yönlü simetrik halkla ilişkiler en ideal, uygun, halkla ilişkilerin özüne uygun modeldir ancak uygulamada çok fazla tercih edilmez, o yüzden siz boşverin en iyisi basın ajansı modelidir” mi diyeceğiz?

Açık söyleyeyim bu satırlarıları yazarken dahi tüylerim diken diken oldu.

Hayatta sevmediğim şeylerden biri de “ pratikte var olan yüzünden ideal olanın, doğru olanın feda edilmesi”. Her zaman bu tavra karşı oldum, olmaya da devam edeceğim.

O halde iki yönlü simetrik halkla ilişkiler modelinin daha fazla uygulanması için ne yapabiliriz.

Aklıma gelen birkaç öneriyi şöyle sıralayabilirim.

  1. Halkla ilişkiler eğitiminin verildiği yerlerde ( üniversiteler, kurslar, sertifika programları vb) halkla ilişkiler etiğine daha fazla zaman ayırabiliriz.
  2. İnsanları işletmelerden kendilerine yönelik “simetrik” yani bir tarafın diğerini ezdiği değil de eşit konumda olduğu bir hizmet anlayışını talep etmeleri noktasında motive edebiliriz.
  3. İki yönlü simetrik halkla ilişkiler yaklaşımı sergileyen kurum ve kuruluşları sertifikalarla, törenlerle ödüllendirebiliriz. Bu serfitikanın kazanılmasının önemi noktasında bir algı oluşturarak firmaları iki yönlü simetrik modele özendirebiliriz.
  4. İşletmelerin yöneticilerini kar maksimizasyonunun temel hedefleri olduğunu kabul etsek dahi kimi zaman dolaylı harcama gibi gözükecek maliyetlerin ( iki yönlü simetrik halkla ilişkiler faaliyetlerinin maliyetleri ) aslında kendilerine uzun vadede olumlu geri dönüşü olacağına inandırma noktasında çalışabiliriz.

Neticede diyebilirim ki halkla ilişkiler uygulamalarının iki yönlü simetrik yaklaşıma uygun olduğu ölçüde halkla ilişkiler mesleğinin itibarının iyi olacağını, iki yönlü simetrik yaklaşımdan uzaklaşan halkla ilişkiler uygulamalarının sayısı arttıkça, halkla ilişkiler mesleğinin itibarının kötüye gideceğini hep hatırda tutarak çalışmalıyız.

Uygulamada propagandaya yakın duran bir meslek dalının, aslında propaganda değil halkla ilişkiler olduğunu kimseye anlatamayız.

Çünkü ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz düsturu çok gerçekçidir.

İnsanlar bizim mesleğimizi, yaptığımız işlere göre değerlendirir, halkla ilişkilercilerin anlattığına göre değil.

Çok çalışmamız lazım çok…

 

“Reklamın İyisi Kötüsü Olmaz” Demeyelim, Olur…

Sürekli birilerinin özellikle de saçma sapan şeylerle meşhur olan kişilerin söylediği bir sözdür “reklamın iyisi kötüsü olmaz”.

Ben de acizane yıllardır diyorum yahu reklamın elbette iyisi kötüsü olur.
Bir reklam vardır, izleyince reklam hedeflerine hizmet ediyordur, hep beraber deriz ki bu reklam çok iyi hatta Kristal Elma Reklam ödülü alır bu reklam.

Bir başka reklam vardır, izlersin, bir daha izlersin sonra bir daha izlersin ve yanındaki arkadaşına da sorarsın : ” Ben bir şey anlamadım bu reklam ne anlatıyor?” diye.
İşte bu reklam da kötü reklamdır. Ne reklamı yapılan ürün ve hizmete ilişkin hedefine ulaştırır ne de hedef kitlenin anladığı bir mesaj barındırır elbette sonuçta bu reklam Kristal Elma Ödülü falan da almaz.

Bugün bir kaynakta gördüm bu sözün sahibi meğer bizim halkla ilişkiler tarihinde uygulamaları sebebi ile belki de halkla ilişkilerin en kötü uygulamacısı olarak kendisini andığımız P.T. Barnum’muş.

Öğrendiğim iyi oldu.

İşte bunu öğrendiğim satırlar:
“Reklamın iyisi kötüsü olmaz” deyimini ilk defa kullanan P.T. Barnum, medyanın dikkatini çekebilmek için, sirk yıldızlarını yalandan evlendirmekte, böylece bu gibi düzmece haberlerle medyanın gündeminde sirkine yer edinmektedir. Barnum ayrıca gazetecilere bedava bilet vererek, basının ilgisini çekmeyi garanti altına almaya çalışmıştır.”
(Nuray TOKGÖZ, Halkla İlişkiler Yönetimi, AOF Kitabı, Sayfa:59)

Dolayısı ile Barnum’u niçin halkla ilişkilerin en kötü uygulayıcılarından biri olarak göstermemizin sebebi alıntının içinde gizli. Barnum haber olabilmek adına yalan ve düzmece olaylar kurgulayıp basına servis etmekten çekinmezdi.
Onun tek gayesi bir şekilde basında sirkinin adının duyulması idi. Bunun için de yalan ve düzmece haber de yapılabilirdi.

Dolayısı ile “reklamın iyisi kötüsü olmaz” deyiminin sahibi, yalan ve düzmece haber yapmakta sakınca görmeyen bir yalancı ise, yalancının söylediği bir sözü kendimize referans almak da ayrı bir gariplik olurdu. Bu da işin felsefi boyutu.

Dolayısı ile reklamın da şöhretin de iyisi de kötüsü de olur.

Bir olay ve hadise ile herkesin tanıdığı bir adam olmak önemli değildir.

Önemli olan nasıl tanındığınızdır.

Tarih boyunca kimi insanlar topluma faydaları ile kimi insanlar ise topluma yönelik kanlı eylemleri ile tanınmışlardır.

Önemli olan nicelik değil niteliktir, netice itibari ile.

Elbette burada bir diğer tartışması yapılması gereken konu da “iyi” ve “kötü” ayrımının nasıl olduğu, nasıl yapılacağı üzerinedir.

Bu da çok derin bir konudur.

Felsefeciler dahi bildiğim kadarı ile bu konuda tam anlamıyla mutabık değildirler.

Yani evrensel bir iyi kavramı var mıdır?  Böyle bir iyi var mıdır? Bir şeyin iyi veya kötü olmasını belirleyen bir belirleyici var mıdır?

Eğer bu konuya girersek çok derin, içinde kayboluruz diye düşünüyorum.

Ancak reklam konusu ile sınırlandırırsak yani reklamın iyisi kötüsü hususunda nasıl belirleyiciler söyleyebiliriz dersek burada devreye kriterler girer.

Yani iyi reklamın veya kötü reklamın kriterleri nelerdir sorusu.

Ancak bu da ayrı bir yazı konusu belki fırsatım olursa bir diğer yazıda da onu yazarım.

Ancak burada benim açımdan çok temel ve basit bir kıstas ( ölçüt, kriter) var bunu paylaşmak isterim.

Ben bir reklamın iyi mi kötü mü olduğuna karar verirken “reklam amaçlarına hizmet edip etmemesine ve bu alandaki başarısına bakıyorum”.

Bilindiği üzere reklamın temelinde bir duyuru gayesi olmakla beraber reklam amaçları kendi içinde farklılaşabilir.

Bazı reklamlar vardır, yeni bir ürün veya hizmeti tanıtır, bazı reklamlar vardır kurumun genel itibarına veya liderine yönelik bir itibar artışı sağlamayı hedefler, bazı reklamlar vardır kurum hakkında çıkan asılsız bir haberin olumsuz tesirini gidermeye çalışır” gibi gibi artarak devam edebilir.

Dolayısı ile bir reklam diyelim ki A grubu müşteriler üzerinde ürünümüzün satışlarının % 10 artırılmasını hedeflemekte ve bu gayeyle oluşturulmuş olsun.

Reklamı yaptık, yayınladık. Reklamın üzerinden araştırma için makul bir süre geçtikten sonra ürünümüz satışlarında artış olmuş mu? Buna bakarım. Sonra bu artış A grubu müşterilerim üzerinde %5 düzeyine ulaşmış mı? Bunu araştırırım. Eğer hedefime ulaştı ise bu reklam bana göre iyi reklamdır.

Veya şirketimiz hakkında basında asparagas bir haber çıktı ve bu şirketimizin itibarını zedeliyor.

Bu konu ile ilgili ilk olarak bir araştırma yapar ve şirket itibarımın ne durumda olduğu ve bu haberlerin bu itibara etkisini ölçümlerim.

Sonrasında itibarımın olumluya doğru geçiş yapması için reklam filmimi hazırlarım, yayınlarım.

Üzerinden makul bir süre geçtikten sonra tekrar araştırma yaparım.

Eğer araştırma sonuçlarına göre reklam filmimden sonra kurumumun itibarında olumluya doğru gidiş varsa, reklam amacına hizmet etmiştir, yani iyi bir reklamdır. Ancak yapılan araştırmalarda eğer itibarımda olumluya doğru bir gidiş yoksa, o reklam bana göre kötü bir reklamdır.

Hemen şunu duyar gibiyim, bazılarımız şu soruyu soracaklar “ İyi de reklam tekniği açısından çok başarılı bir reklam, içerisinde yer alan oyuncular diyelim ki Türkiye’nin en iyi tiyatrocuları, grafik animasyon teknikleri açısından mükemmele yakın sayılabilri olsa da mı bu reklam kötü?” .

Elcevap üzücü ancak bana göre bahsettiğimiz reklam, benim irdelediğim kritere göre “kötü”. Özür dilerim. Bu bazılarınca emeğe saygısızlık, bazılarınca mükemmeliyetçilik olarak değerlendirilebilir.

Ancak ben ikisi de olduğunu düşünmüyorum.

Benim tek söylediğim reklam amacımın ölçülebilir bir boyutu varsa ben bunu ölçmekten ve sonuca ulaşan bir işin başarılı sonuca ulaşamayan bir işin ise başarısız olduğunu düşünüyorum.

Yani reklamın iyilik ve kötülüğü hususunda sonuçlara bakarak bri değerlendirme yapılabileceğini savunuyorum.

Elbette sonuçları ölçmenin de çok zahmetli ve maliyetli bir iş olduğunu da biliyorum.

O yüzden birçok şirket yöneticisi reklam etkililiğini ölçtürmekten korkuyor. Bunun altında yatan sebep ise onca para döktüğü işin sonunda karşılığını alamadığını görmenin insanda oluşturduğu dayanılmaz acıdan kaçınma hissi.

Şimdi tüm bu yazdıklarımın sonunda biraz tebessüm etmek için Show TV’de yayınlanan Güldür Güldür Show adlı tv komedi yapımının “Reklam Nasıl Yaratılır?” konulu skecini paylaşmanın faydalı olduğunu düşünüyorum.