SURUÇ’TAKİ MENFUR SALDIRIYI BASININ HABER YAPIŞ ŞEKLİ ÜZERİNE ELEŞTİREL BAKIŞ

Öncelikle 20 Temmuz 2015 tarihinde Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde gerçekleşen menfur saldırıdan ötürü üzüntülerimi belirtirken bu saldırıyı planlayan ve gerçekleştirenlerin en ağır şekilde cezalandırılmasını talep ediyorum.

Elbette haberi öğrenince ilk yaptığım iş internete girip haber hakkında bilgi almaktı.

Ancak baktığım birkaç haber sitesi beni daha önce web sitemde yazdığım bir yazıya ( Basınımızın Terör Olayları İle İmtihanı ) beni  yönlendirmişti.

Basınımızın terör olaylarını verirken etik davranıp davranmadığı sorusu aklıma geldi.

Açıkçası ben terör olayları haber yapılırken kullanılan dil ve haber yapış şeklinde ciddi hatalar yapıldığını düşünüyordum.

Aklıma hızlıca bir araştırma yapmak geldi.

Ulusal basında yer alan bazı gazete ve haber siteleri acaba Suruç saldırısını nasıl vereceklerdi.

Acaba basınımız etik davranıyor ve provakatif başlıklar atmıyor olup ben konuyu abartıyor olabilir miydim?

Araştırmamı çok kısaca şu şekilde yaptım.

Belirlemiş olduğum gazetelerin internet sitelerine bakarak, ana sayfalarında suruç saldırısını hangi sözcüklerle ifade ettiğini inceledim.

Şimdi aşağıda sonuçları sizinle paylaşıyorum.

Ana başlık olarak gazetenin adını yazacağım.

Alt tarafına da  Suruç saldırısı ile ilgili haberi hangi başlıkla duyurduğunu yazacağım.

Sonrasında kararı sizin objektif yargılarınıza bırakıyorum.

MYNET İnternet Sitesi:

“İşte Patlama Anı”

“Onlarca Kişi Böyle Hayatını Kaybetti”

“Suruç Kan Gölü”

“Patlamadan Korkunç Görüntüler”

“Canlı kalmadı”

“Cesetlerin Altında Kaldık”

HABER7.COM İnternet Sitesi:

“İşte Suruç’taki Patlama Anı”

“Suruç’ta Büyük Patlama: Ölü Ve Yaralılar Var”

“Olay Yerinden İlk Görüntüler: Kültür Merkezi Ceset Dolu”

HÜRRİYET GAZETESİ İnternet Sitesi:

“28 ölü”

“18+ O an”

“Kahreden Çığlıklar”

TARAF GAZETESİ İnternet Sitesi

“Suruç’ta Patlama”

“SGDF’li Gençler Katledildi”

MİLLİYET GAZETESİ İnternet Sitesi:

“Korkunç Saldırı”

“Ölü Sayısı Artıyor, Tablo Ağırlaşıyor”

“İşte Korkunç Patlamanın Olduğu An”

SABAH GAZETESİ İnternet Sitesi:

“Saniye Saniye Görüntülendi”

“İşte Patlama Anı”

“Suruç Saldırısının Şiddetini Anlatan Sözler: Cesetlerin Altında Kaldım”

“İşte O Dehşet Anları”

“ Suruç’ta Kahreden Çığlıklar”

 CUMHURİYET Gazetesi İnternet Sitesi:

“İşte Suruç’taki Patlama Anı”

“Suruç’taki Dehşet Anları”

GÜNEŞ Gazetesi İnternet Sitesi

“Suruç’ta Canlı Bomba Dehşeti”

“Ölü Sayısı Devamlı Artıyor”

“Görgü Tanığı Dehşeti Anlattı”

POSTA Gazetesi İnternet Sitesi

“Cumhuriyet Tarihinin En Kanlı 3. Saldırısı”

“Suruç’taki Saldırı Saniye Saniye Kamerada”

“Suruç’ta Patlama: Dakikalar Önce Çekildi”

SÖZCÜ Gazetesi İnternet Sitesi

“28 Ölü, Onlarca Yaralı”

“Ölü Sayısının Artmasından Endişe Ediliyor”

“Tam Açıklama Yapılırken İşte Patlama Anı”

STAR Gazetesi İnternet Sitesi:

“Kameralar Saniye Saniye Kayıttaydı; İşte O Patlama Anı”

“İşte Patlama Bölgesindeki O Dehşet Anları”

“İşte korkunç Patlamadan Hemen Önce Çekilen Kare”

YENİŞAFAK Gazetesi İnternet Sitesi:

“Patlama Anı ve 10 Saniye Öncesi”

“28 Kişi Öldü, 100’e Yakın Yaralı”

“Hastane: Yanık ve Parça Tesirli izleri Var”

İşte ulusal basınımızın internet sitelerinde menfur bir terör saldırısını sunuş şekli.

Kararı siz verin.

Ben acizane fikrimi bir kez daha tarihe not düşmek adına paylaşmak istiyorum.

Terör örgütlerinin ve terörün temel amaçlarından biri yapmış oldukları kanlı eylemlerle toplumun içerisine korku ve endişe salmak, güvenlik endişesi doğurmak ve saldıkları bu korkunun gücüne dayanarak karşısındaki yapıları ( devlet, asker, sivil halk) sindirmeyi sağlamak.

Dolayısı ile basınımız yapmış oldukları bu yayınlarla, bu dehşet, korkunç ifadelerini yazmakla, bu görüntüleri yayınlamakla aslında bilmeyerek terörün ekmeğine yağ sürdüler.

Keşke bu olay hiç olmasa idi.

Maalesef bu konuda keşke demek yeterli olmuyor.

Ancak keşke basınımız da daha dikkatli olsa.

Haber yaparken bu gibi tahrik edici cümleler kurmak yerine hadiseyi lanetleyen ve üzüldüğümüzü ama bu gibi olayların toplumumuzun birlikteliğine zarar veremeyeceğini söyleselerdi.

Keşke ortak bir karar alarak hiçbir yerde bomba patlama anı ve kanlı görüntüleri yayınlamama kararı alsalardı.

Biz 11 Eylül hadiselerinde ABD basının gösterdiği hassasiyeti Türkiye’deki medya kuruluşlarında da görmek istiyoruz.

BASIN KURULUŞLARININ SAHİPLERİ LÜTFEN YAPTIĞINIZ HABERLERLE TERÖRÜN EKMEĞİNE YAĞ SÜRMEYİNİZ.

HABERLERİNİ DAHA DİKKATLİ YAPINIZ.

UNUTMAYINIZ SİZLER GAZETECİ OLMANIN ÖTESİNDE ÖNCE İNSANSINIZ…

Basınımızın Terör Olayları İle İmtihanı ve Yapması Gerekenler

Değerli okuyucular,

Aşağıdaki yazımı 21 Haziran 2012 tarihinde kalem almışım.

Maalesef bugün Şanlıurfa Suruç’ta gerçekleşen menfur terör eylemi sonrası yazıyı tekrar buraya koyma ihtiyacı hissettim.

Bu saldırıyı yapanları lanetlerken, basınımıza da bu tür olayları haber yaparken daha dikkat demek istiyorum.

Yaz ayları ile beraber basının ve Türkiye’nin gündemine bazı kirli eller tarafından konulan “ terör” olayları konusunu basının nasıl sunduğu ile ilgili, her haberleri izlediğimde aklıma aynı soru geliyor ?

Basın haberleri verirken “basın etiği” konusuna ne kadar dikkat ediliyor ?

Basın haberleri aktarırken, sunuş biçimleri itibari ile,  farkında olmadan acaba teröristlerin istediği amaca ulaşmalarına dolaylı olarak yardımcı olmuyor mu ?

Öncelikle terör konusunun sadece ülkemizin değil, aslında tüm dünyanın başının belası bir konu olduğunu belirtmekte fayda var. Ülkemizin de yaklaşık 30 yıldır kanayan yarası olan bu soruna siyasilerin, askeriyenin, sivil insiyatifin hep beraber tez amanda çözüm getirmesini temenni ediyorum.

Benim özellikle değinmek istediğim “terör” olaylarına basının yaklaşımı ve bu olayların kamuoyuna duyurulma şekli.

Ülkemiz basını (  herhangi bir kuruluşu veya grubu ayırt etmeden  söylüyorum)  bence terör olaylarını haber yapmada çok temel hatalar yapıyor.

İlk önce  şunu söyleyelim basının haber değeri açısından elbette terör saldırıları haber değeri taşımaktadır. Kamuoyunun yaşananlar konusunda medyadan bilgi alması en doğal hakkıdır. Dolayısıyla basının sorduğu “ ne yapalım, haber yapmayalım mı ?” sorusunun cevabı, kesinlikle bu olaylar haber yapılacaktır. Bunda tartışma yok.

Ancak sorun olayların “haber yapılması değil”, sorun olan “ olayların nasıl haber yapıldığıdır”.

Terör olaylarının temel amacı toplumda “korku” hissinin yayılması, “ güvende olmadıkları” hissinin yayılmasını sağlamaktır. Hangi davayı savunursa savunsun, terör olaylarının temelindeki unsur budur. Teröristlerin amacı, hükümetleri,  terör olayları sonucu istenilen korku düzeyine getirerek, istediklerini kabul ettirmeye sevk etmektir.

İşte bizim basınımız da  terörün bu isteğine, yaptığı haberlerle istemeden ( bunu isteyebileceklerini tahayyül edemiyorum ) alet olabilmektedir.

Şehit haberlerinin basındaki yansımalarına baktığımda, “ağlayan, ağıt yakan, gözyaşları döken” ailelerin görüntüleri ve fotoğrafları çok fazla sayıda tekrar ettirilerek, defaatle ekranlara yansıtılıyor.

Şehit olan gençlerimizin aileleri ile son telefon görüşmeleri, son yazdıkları mektupları, haberin arkasından acıklı fon müzikleri eşliğinde adeta klip izlermişçesine sunuluyor.

Haber bültenlerinin belli bölümünde artık sürekli bu tabloları, haber değerinden öte adeta dramatize etmenin en abartılı halleri ile izlettiriliyor.

Peki basın bu şekilde haber yaptığında kime yarıyor ?

Peki ne yapalım ? Çözüm ne ?

Bence çözümü RTÜK’te veya cezalarda aramamalı.

Basın kuruluşlarının tamamı bence bu tür olayları yaparken kullandıkları kelimelere, haberlerde kullanılan görüntülere, haberlerin yansıtılma şekline tekrar tekrar bakmalı. Haber yaparken çok titiz davranmalı. Haberlerini sunarken teröristlerin istediği korku halinin psikolojik yıkımın en aza indirilmesi için elinden geleni yapmalıdır.

Bu konuda haber kanallarının, gazetelerin, editörleri, yöneticileri, muhabirleri hep bir elden bu konuda gerekli hassasiyeti göstermelidir.

Bu konuda en temel örneklerden bir tanesi yakın tarihimizde 11 Eylül Amerika saldırılarında, hafızlarınızda hangi kareler var ? Saldırıda hayatını kaybedenlerin bedenlerini görebildiniz mi ?

Yoksa saldırıda sadece üst katlardan atlayan birkaç kişinin görüntüsü ve çöken binaların tozlarını mı gördük ?

Oysa saldırılar saniye saniye televizyonlarda veriliyordu. Hatta ikiz kulelerin çöküşünü canlı olarak izledik ama görüntüler çok sınırlı idi.

Söylemek istediğim şu, haberi yansıtırken, haberin doğuracağı tesiri tespit etmek basının elinde. Bu yüzden de basının sorumluluğu çok büyük.

Ben yine aynı noktaya geliyorum ve  buradan basınımıza seslenmek istiyorum.

Basın Mensupları ! Bu olayları haber yaparken, lütfen, bir kez daha düşünseniz.

Hatta birkaç kez düşünseniz.

Haberciler olarak basının günümüzde nelere muktedir olduğunu çok iyi biliyorsunuz.

Elinizdeki kalemin, fotoğraf makinesinin, kameranın vicdani sorumluluğu çok büyük.

Hiçbir güç yoktur ki, onu kullanan kişilerin üzerinde sorumluluk bırakmasın.

Bu ve benzeri olaylar daha önce kaç kez yaşandı.

Umarım basınımız bundan sonra bu olaylardan ders çıkarır.

Eğer biz terörle mücadelede  başarılı olmak istiyorsak, devletimizle, hükümetimizle, siyasi partilerimizle, iş adamlarımızla, Türkiye’de yaşayan 75 milyona varan nüfusumuzla, medyamızla hep bir yürek olmalıyız.

Basınımızın bu konuda gereken hassasiyeti göstereceğine inanıyorum.

 

Kişilerarası İlişkileri Bozan İletişim Biçemleri Hakkında

Değerli sayfa ziyaretçileri,

Okumuş olduğum iletişim ile ilgili Erol MUTLU’nun yazmış olduğu “İletişim Sözlüğü” adlı çalışmada, kişilerarası ilişkileri bozan iletişim biçemlerinden behsediliyordu.

Burada yer almasının faydalı olacağını düşündüm.

İstifadenize sunuyorum.

Kişilerarası ilişkileri bozan iletişim biçimleri şunlardır:

  1. Yatıştırmacı Biçem:                                                                                                                                    Her zaman herkesi, sevgilerini kazanmak için hoşnut tutmaya çalışmak. BU biçem diğer insanların kendilerini suçlu hissetmelerine ya da acıma duygularını kışkırtmaya yarar.
  2. Suçlayıcı Biçem:                                                                                                                                          İnsanları boyun eğmeye zorlamaya çalışmak; onları her konuda suçlamak; bu biçem diğer insanları korkutur ve onların kendilerini çaresiz durumda hissetmelerine yol açar.
  3. Aşırı Mantıklılık:                                                                                                                                       Bu biçem insanların kendisinin ne denli akıllı olduğunu göstermek için mantığı ve düşünceyi sürekli vurgulaması şeklinde ortaya çıkar; bu biçemde duygulara yer yoktur ve diğer insanların aşağılık duygusuna kapılmalarına, kendilerini aptal konumuna indirgenmiş hissetmelerine yol açar.
  4. Konu Dışılık:                                                                                                                                                Mevcut her araçla dikkat çekmeye yönelik bir biçem olup diğer insanların dengesizlik duygusuna kapılmalarına yol açar.

(Aktaran Erol Mutlu, İletişim Sözlüğü, Ayraç Yayınları, Sayfa 144)

Sosyal Bilimleri Sevme Nedenlerimden Sadece Biri…

“Sosyal Bilimleri Sevmemin Bir Nedeni”

Bu yazıda sosyal bilimleri niçin sevdiğime ilişkin kısa bir paylaşımda bulunmak istiyorum.

Doktora yeterlilik çalışması için danışman hocamın tavsiyesi ile sosyoloji alanında kitapları okumaya bu dönemde ağırlık verdim.

Okuduğum kitaplardan biri sosyoloji alanında başucu kitabı olacak Antony Giddens’ın “Sosyoloji” adlı yaklaşık 1080 sayfalık kitabı. Okumaya yeni başladım. Bitirmeyi iple çekiyorum. Ama sindire sindire okuduğum için zaman alacak gibi gözüküyor.

 

Şimdi bu kitaptan bir bölüm alıntılayıp yazının sonunda niçin sosyal bilimleri sevdiğimi kısaca açıklamayı murad ediyorum.

Alıntı şöyle:

“Arli Hocschild’in Yönetilen Kalp: İnsan Duygularının Ticarileştirilmesi adlı yapıtıdır. California Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü olan Hocschild ABD’de, Atlanta’daki Delta Havayolları Hostes Eğitim Merkezi’ndeki eğitim programlarını gözlemlemiş, bir dizi mülakat yürütmüştü.

Hocschild eğitim programlarındaki hocalardan biri  olan bir pilotun yorumunu hatırlıyor : “Şimdi kızlar sizden oraya gitmenizi ve gerçekten gülümsemenizi istiyorum”. Pilot “Gülümsemeniz sizin en büyük varlığınızdır. Sizden oraya gidip onu kullanmanızı istiyorum. Gülümseyin, gerçekten gülümseyin. Gülümsemenizi sunun.”

Hocschild bu durumu “duygusal emek” kamu içinde gözlenebilir (ve kabul edilebilir) bir yüz ve beden sunumu yaratabilmek için kişinin kendi duygularını yönetebilmesini gerektiren emek eğitimi diye adlandırıyor.

Hochschild’e göre, “çalıştığınız şirketler yalnızca sizin fiziksel hareketlerinizi değil, duygularınız üzerinde de söz sahibidir. Şirketler siz çalışırken sizin gülümsemenizin de sahibidirler.”                     (Antony Giddens ; Sosyoloji, Kırmızı Yayınları, Sayfa 58)

Açık söyleyeyim bu satırları okuduktan sonra yarım saat kadar kitabı okumaya devam edemedim.

34 yıllık hayatımda hiç fark etmediğim bir şeyi bugün okuduğum bir sosyoloji kitabında görmüştüm.

Sonra bunun gerçek hayatta sokakta karşıma nasıl çıktığını düşündüm.

Örneğin dün bri marketten alışveriş yaparken kasiyerin ben de dahil olmak üzere herkese karşılık bulsun bulmasın “ hoşgeldiniz” demesi acaba kurumsal bir zorunluluk muydu, yoksa içinden gelerek mi yapıyordu?

Aslında çalışan o an günün yorgunluğu ile bana “holgeldiniz” demek istemiyor olamaz mıydı?

Velev ki bana “Hoşgeldiniz” demese bunun kendisine yansıması nasıl olurdu?

Bu gündelik hayattan  küçük bir örnek.

Yine bir pop şarkıcısı veya tiyatro oyuncusu daha önce yapmış olduğu bir konser veya tiyatro gösterisi için biletler satıldığında tam konser günü bir akrabasını kaybettiğinde konseri iptal etmek istediğinde, anlaşma yaptığı organizasyon firması veya kurum “ Kusura bakmayın, anlaşmayı ihlal edemezsiniz, biz de çok üzüldük, ama konsere çıkıp insanları eğlendirin” dediğinde acaba o şarkıcı “ Sizinle bugün burada olduğum için çok mutluyum” derken içinde yaşadığı fırtınalar kendi psikolojisini ve işine bakışını nasıl etkiledi?

Biz bir özel şirket veya kamu şirketi ile ücreti karşılığı çalışma ilişkisi içinde olduğumuzda acaba bilgimizi, emeğimizi bir ücrete mi dönüştürüyoruz yoksa bunların yanında davranışlarımızı, tavırlarımızı, hatta duygularımızı da mı mesai saati içinde iş akdi sonucu işverenimize rızamızla teslim ediyoruz?

Günün sonunu bu sorularla getirdim.

Bu sorularım belki ileride bir makalemin konusu olur. Kim bilir?

Gelelim başta söylediğim soruya “Sosyal Bilimleri sevme sebeplerimden birine”.

Kısaca söylemem gerekirse, sosyal bilimlerin insan hayatını incelemesi, toplum hayatına hem onun içinden ama bir o kadar da dışından bakması, bizim “gündelik hayat, böyle olması gerekiyor” dediğimiz şeylerin perde arkasını görmeye çalışması, aslında görünenin gözümüze gözükenden daha fazlasını içerisinde barındırdığını anlatması yüzünden sosyal bilimleri seviyorum.

Bugün benim 34 yıldır hayatımda görmediğim bir gelişmeyi bir sosyoloğun akademik çalışmasında görmüş olmanın bana verdiği mutluluğu tarif etmem imkânsız.

Sadece belki şu benzetme duygularımı anlatmaya yardımcı olabilir “ Bir çocuğun yeni bir şeyi öğrendiğinde yaşadığı mutluluk gibi, mesela ilk bisikleti sürmeyi öğrendiğinde veya ilk yüzmeyi öğrendiğinde yaşanan çocuksu mutluluk gibi”.

Dolayısıyla bilim sayesinde hayatı okuma biçimimin bir önceki günden bir adım daha ilerlediğini görmek beni çok mutlu ediyor.

İçimdeki yeni bir şeyler öğrenme azminin hiç sönmemesi ümidi ile…

 

 

 

Engelleri Avantaja Çevirin

Değerli site ziyaretçileri,

Sizinle  Düzce Üniversitesi’nde öğrencilerimle Sözel İletişim ve Hitabet dersi kapsamında izlediğimiz bir videoyu paylaşmak istiyorum.

Video çok üretici bulduğum ve hem derslerim hem de kendi kişisel gelişimim için takip ettiğim “TEDx Talks” adlı etkinlikten alınmıştır.

Video, Türkiye’de halkla ilişkiler mesleği ile ilgilenen herkesin ismine aşina olduğu halkla ilişkilerin Türkiye’deki ilk uygulayıcılarından olan Betul Mardin’in hayat hikayesinden küçük kesitleri içeriyor.

Gerçek hayat hikayelerini her zaman etkileyici ve eğitici bulmuşumdur.

Ben çok istifade ettim, sizlerin de istifade etmesini temenni ediyorum.

 

 

 

Bir Trafik Cezası ve Trafik Polislerinin İtibarı Üzerine Yaşamdan Bir Kesit…

Değerli okuyucular burada payalaşacağım yazı başımdan yakın zamanda geçmiş bir hadise ve bana düşündürdükleri üzerine.

Öncelikle olayda geçen kişilerin tüm  trafik polisi camiasını  kesinlikle bağlamayacağını özellikle belirtmek isterim.

Çünkü her meslek dalının içinde iyi örnekler olduğu gibi kötü örnekler de olur.

Ve kötü örneklerden yola çıkarak genelleme yapmak da en büyük hatalardan biri olacaktır.

Elbette unutulmaması gereken kötü örneklerin iyi örneklere göre çok daha fazla genellenir olması.

Şimdi gelelim başımdan geçen hadiseye.

Bu aralar İstanbul’daki doktora çalışmam sebebi ile çok fazla seyahat eder oldum.

Hayatımın büyük bölümü yollarda geçiyor.

Yine bir İstanbul seyahati sonrası dönüş yolunda bir trafik kontrolüne denk geldim.

Bu gayet normal. Elbette trafik kontrolü olacak, olmalı da.

Bu trafik kontrolü esnasında yaşadığım ceza deneyimi benim bu satırları yazmama sebep oldu.

Bir trafik polisi ehliyetimi  istedi ve aracı kenara çekmemi söyledi.

Ehliyetimi verdim, aracımı kenara çektim.

Sonrasında polis memuru elindeki telefonla sanırım trafik merkezinden birisi ile konuştu.

Plaka bilgilerimi verdi.

Telefonda konuştuktan sonra polis memuru şöyle dedi:

” Oooooo, olmadı şimdi. Araç muayeneniz yokmuş. Ruhsatınızı alalım…”

Ardından beni arkadaşına yönlendirdi.

Ben birinci polis memurunun verdiği bu tepkiyi de açıkçası garip buldum.

Altı üstü tarfik muayenem 2 ay gecikmişti.

Bunun için böyle bir tepki garip geldi.

Neyse birinci polis memurunun tepkisinin şokunun atlatamadan ikinci bir şokla karşılaştım.

Polis memuru eline ceza yazdıkları defteri alarak şöyle dedi:

” Hadi bakalım, bu akşamki siftahımızı yapalım…”

Ruhsatla beraber defterlerin yanına geçti.

Bu sırada ben ikinci şoku yaşamakla meşguldüm.

Siftah ne demekti yahu?

Benim bildiğim siftah ticari işletmelerle ilgili, işyerlerinin yaptığı ticareti anlatır bir kelime idi.

Merak edip yanılıyor muyum diye sözlük konusunda en güvenilir kaynaklardan biri olan Türk Dil Kurumu sözlüğüne baktım, siftah ne demek diye.

Arapça kökenli bir kelime imiş.

Manası da şöyle:

 

1. isim, ticaret İlk alışveriş
Daha sabahtan beri siftahım yok!” – N. Cumalı
2. zarf İlk kez
Aylarca süren bir ayrılıktan sonra, Selim’in Anadolu’ya siftah ayak bastığı yerdi burası.” – Halikarnas Balıkçısı

Düşüncem yanlış değildi.

Siftah son derece ticari bir kelime idi. Ticarethanelerdeki alışverişin karşılığında kullanılıyordu.

Trafik cezası yazan bir polisin ticari bir iş veya eylemi yoktu ki. Niye böyle demişti şimdi?

Neyse ben bu ifadeden rahatsız olduğumdan olsa gerek polis memurundan bir iki adım geride, hiçbir şey söylemeden trafik cezasının yazılmasını bekledim.

Tam olarak emin değilim ama, trafik polisinin cezayı yazması bir hayli zaman aldı ve ben sıkıldığımı hissettim.

Oysa hazır bir ceza formu üzerinde doldurması gereken alanlar belli idi.

Ve toplamda bir ceza evrakı bir de geçici trafiğe çıkış belgesi düzenlenecekti.

Bu kadar üzün sürmemeliydi diye düşündüm.

Neyse bir hayli bekledikten sonra, polis yine yüzüme dahi bakmadan ” şuraları imzalayın dedi, cezayı hemen ödersem indirimli olacağını, ikinci kez yakalanmam halinde aracın bağlanacağını” söyledi.

Ben de evraklarımı alıp hiçbir şey söylemeden ( teşekkür veya kızgınlık ifade eden kelimeler gibi ) aracıma binip gittim.

Neyse bir kaç gün içinde araç muayenemi yaptırdım.

Cezamı da ödemeye çalışıyorum, ancak ne Garanti Bankası internet şubesinden ne de Gelir İdaresi Başkanlığı web sitesinden cezamı internet üzerinden ödeyemedim.

Gelir idaresi web sitesi üzerinden  sisteme girdiğimde bilgiler hatalı diyor.

Belki ben de hata yapıyor olabilirim.

Ancak istenilen bilgiler ne ise ruhsat üzerinden tek tek giriyorum.

Garant Bankası ise  “Maliye sisteminde cezanız gözükmüyor” gibi bir hata veriyor.

Dolayısı ile iki durum da ayrı garip.

Bir ceza kesilmiş elimde evrak var.

Ama  bu ceza resmi kayıtlarda bir türlü karşıma çıkmıyor ki ödeme yapabileyim.

Yani cezayı elimde tutuyorum ama sistemlerde gözükmüyor.

Neyse bu da konunun bir başka boyutu.

Ama benim asıl üzüldüğüm konu bu değil.

Beni asıl üzen karşılaşmış olduğum trafik polislerinin tavrı, yaklaşımı ve bunun trafik polislerinin algısına olumsuz etkisi.

Benim cezalara itirazım yok.

Netice itibarı ile kanunlarla düzenlenen hususlar.

Ancak trafik polislerinin ceza kesme esnasında bir kere dahi adımızı bile söylememesi,

Trafik cezası işlemini ticari bir tabir olan “siftah” kelimesi ile nitelemesi,

Durdurma esnasında ve uğurlama esnasında “iyi akşamlar”, ” hayırlı yolculuklar”, “geçmiş olsun”, ” lütfen en kısa sürede muayenenizi yaptırınız, cezayı da 15 gün içinde öderseniz indirimli ödeyebilirsiniz”  gibi nezaket ve açıklayıcı kelimelerden birkaçını dahi lütfedip söylememesi beni en çok yaralayan.

Bu kadar mı zor bunu söylemek?

Emin olun eğer bu söylediğim birkaç kelime söylenmiş olsa idi şu an ben bu yazıyı yazmakla meşgul değildim.

Kuvvetle muhtemel bir teşekkür yazısı yazıyor idim.

Hadiseyi birkaç arkadaşımla konuştuğumda bana ” sen konuyu anlamamışsın, adamlar senden başka bir şey istemiş, cezanın çok daha küçük bir bölümü ile durumdan kurtulabilrrdin, o yüzden ceza yazımı o kadar uzun sürmüş” sözleri ise konunun bir başka vahim boyutu.

Bu yaşadıklarımı ispat etmem sanırım mümkün değil.

Çünkü ceza  bana akşamın karanlığında kesildi.

Ve iki trafik polisi ve benim dışımda bu diyalogu bilen başka bir insan yok.

Ben de herhangi bir kayıt cihazı taşımadığım için bu durumu ispat edemem.

Olayın şahidi herşeyi bilen Allah, iki polis memuru ve ben.

Neyse bu olayı anlatmamdaki asıl gaye şu.

Kamuoyunda trafik polisi denildiğinde aklınıza ne geliyor sorucuna cevaben  ilk sırada trafik cezası geliyorsa, bu bence trafik polisliği mesleğinin algısı açısından önemli bir sorun.

Çünkü bana kalırsa trafik polisi denildiğinde ilk akla gelmesi gereken trafiğin düzenli bir şekilde akmasını temin eden, trafiği tehlikeye sokan şekilde aşırı hız yapan, alkollü araç kullanan ve hem kendi hem diğer araçların ve yayaların hayatını tehlikeye atan durumları önlemek için çaba sarfeden fedakar insanlar akla gelmeli.

Eğer ikinci akla geliyorsa sorun yok.

Ama ben kendi etrafımda birkaç kişi üzerinde trafik polisi diyince akla ne geliyor dediğimde ” ceza ” , ” ceza koçanı” gibi ifadeleri sıklıkla duydum.

Dolayısı ile ben Emniyet Genel Müdürlüğü yetkililerinin yerinde olsam ,bu tür kötü örneklerin önüne geçebilmek için, trafik  polislerine ” iletişim eğitimi” kapsamını ve iletişim eğitimi yoğnuluklarını artırırdım.

Bir dönem trafik polislerinin üniformalarına monte edilmiş kameralar kullanılacağını haberlerde görmüştüm.

Böylece hem trafik polisi hem de vatandaşlar yaşadıkları sorunlarda bir delil bulundurmuş olacaklardı.

Ben zannetmiyorum ki, bana ceza yazan trafik polisinin üniformasında bir kamera olsa, bana “siftahımızı yapalım” diyerek ceza defterini eline alsındı.

En azından çevirme esnasında ve giderken ” iyi akşamlar” , ” hayırlı yolculuklar” gibi nezaket ifadeleri kullanırlardı.

Dediğim gibi bu yaşadığım hadise ile bütün bir emniyet camiası mesul tutulamamaz, tutulmamalı.

Çok sevdiğim bir söz var ” Tüm genellemeler yanlıştır, bu da dahil”.

Dolayısı ile münferit bir olay üzerinden genelleme yapmamalı.

Ancak ben iletişimle ilgilenen biri olarak, yaşadığım bu deneyimi başka kişiler de yaşıyor iseler, bunun emniyet teşkilatının trafik şube ve çalışanları açısından zaman içinde olumsuz bir algı oluşturacağını düşünüyorum.

Ve her zaman iletişimin, nezaketli üslubun , beşeri münasebetlerde çok önemli olduğunu bu vesile ile bir kez daha hatırlatmak istiyorum.

Bu olaydan çıkardığım derslere gelince ;

1. Zamanı geldiğinde trafik muayeneni yaptır, yoksa trafik cezası, muayene gecikme cezası derken normalin hayli üzerinde bir meblağ cebinden çıkar.

2. Hangi meslekte olursa olsun işini iyi yapanlar ve işini kötü yapanlar vardır.

3. Bizler her zaman işini iyi yapanları örnek alıp, iyilerin yayılması için gayret sarfedenlerden olmalıyız.

Sözün özü “iletişim önemli azizim”…

 

 

Sarsılmaz Fabrikası Yöneticileri İle Etkili İletişim Eğitimi’nde Buluştuk

Düzce’nin önemli sanayi kuruluşlarından biri olan Sarsılmaz firması yetilileri ile iki ayrı eğitimde buluştuk. 09.03.2011 tarihinde “Yöneticiler İçin Etkili İletişim” başlıklı bir eğitimde bir araya geldik. İş yerinde etkili iletişim kurmaya yardımcı olacak “Beden Dili”  temalı eğitimimizi ise 16.03.2011 tarihinde gerçekleştirdik. Düzce Meslek Yüksekokulu bünyesinde bizleri, bu ve benzeri eğitimlerle buluşturmada yoğun gayret sarfeden okulumuz müdür yardımcısı Zafer Cingiz’e ve fabrikalarını bize açıp sürekli iyileştirme felsefesi ile eğitimlere gönülden destek veren Sarsılmaz Düzce Fabrikası yetkililerine teşekkürü bir borç bilirim.

Düzce Cam A.Ş Çalışanları İle ” Etkili İletişim” Eğitimde Buluştuk

Düzce Cam A.Ş yöneticileri ile gerçekleştirdiğimiz eğitim faaliyetinin ardından bu sefer, fabrika çalışanlarından oluşan bir grup ile  23.03.2011 tarihinde ” İş Hayatında Etkili İletişim” konulu bir eğitim faaliyeti gerçekleştirdik. Bu eğitim faaliyeterinin düzenlenmesinde her zaman  olduğu gibi yoğun emek sarfeden Düzce Meslek Yüksekokulu Okul Sanayi İşbirliği grubu sorumlusu Öğr. Gör. Zafer Cingiz’e ve Fabrika yöneticilerine çalışmalardaki özverili gayretleri için teşekkürü bir borç bilirim.

DÜZCE CAM A.Ş Yöneticileri İle Eğitimde Buluştuk

Düzce Üniversitesi’nin okul sanayi işbirliği çalışmaları kapsamında yakın tarihte Düzce’nin çeşitli sanayi kuruluşları ile Üniversitemiz arasında  eğitimler verilmesi ile ilgili protokoller imzalanmıştı. 05. 03. 2011 tarihinde Düzce Cam A.Ş yöneticileri ile ” Yöneticiler İçin Etkili İletişim” ve “Yöneticiler İçin Beden Dili” içerikleri eğitimimizi gerçekleştirdik. Bu eğitimleri planlama noktasında Düzce Meslek Yüksekokulu Okul – Sanayi İşbirliği grubu faaliyetlerini yürüten Öğr. Gör. Zafer Cingiz hocamıza ve bu eğitimleri fabrikalarında ileriye dönük insan kaynağına yapılmış değerli yatırımlar olarak gören Düzce Cam A.Ş  yetkililerine teşekkürü borç bilirim.

FERROLİ İletişim Eğitimlerimizin Üçüncüsünü Gerçekleştirdik

Düzce Üniversitesi ile Düzce Ferroli Fabrikası çalışanları iletişim eğitimleri kapsamında üçüncü kez buluştu.  İlki 4 Ağustos 2010 tarihinde gerçekleştirilen, orta ve üst düzey yöneticilere yönelik “  Yöneticiler İçin Etkili İletişim” seminerinden sonra, çalışanlarla  09 Ağustos 2010 tarihinde “ İş Hayatında Etkili İletişim” konulu semineri gerçekleştirdik.  06 Ekim tarihinde çalışanlardan daha önce eğitimimize katılma imkanı bulamayan bir grup Ferroli çalışanı ile ” Etkili İletişim” konulu üçüncü buluşmamızı gerçekleştirdik. Bu çalışmalarımız kapsamında okul sanayi işbirliği çalışmalarına yoğun emekleri ile katkı sağlayan Öğretim Görevlisi Zafer Cingiz’e teşekkür borçluyum. Ayrıca eğitimler konusunda bizlere fabrikalarının kapılarını açan Ferroli Yönetimi’ni de yenilikçi ve eğitime destek veren yaklaşımlarından ötürü tebrik ediyorum.